“hel etâke”
Giriş
Bir ayette, Hz. Musa’nın, asasını bırakınca ince bir
yılan (cânn) gibi hareketlendiği,[1] başka bir ayette kıvrak bir yılan (hayye)
olduğu,[2]
bir başka ayette ise açık bir ejderha (su’bân) olduğu beyan edilmiştir.[3]
Kur’ân’ın bu beyanları, genelde şu iki sorunun doğmasına sebep olmaktadır. O
âsâ, bu üçünden hangisi olmuştur? Kuru ağacın, hayvana dönüşüp hareketlenmesi
nasıl izah edilebilir? Hz. İbrahim’in misafirleri, Hz. Davud’un davacıları,
er-Ruh’un Hz. Meryem’e görünmesi ve Kur’ân’da ifade edilen daha birçok
meseleden benzer soruların doğması muhtemeldir.
Bilindiği gibi; klasik dönem müfessirlerinin bu tür
sorulara cevapları genelde “mucize” anlayışı çerçevesinde odaklanmıştır.
Bu “mucizeli” izahları ikna edici bulmayan alternatif düşünmeler ise geçmişte
kimi zaman “zındıklık” olarak nitelenmiş, kimi zaman da değersiz izahlar olarak
kayda geçirilmiştir. Oysa neredeyse üzerinde ittifak edilen bu “mucizeli”
izahlar yanında, ilahi sünnet değişmezlik vahyetmektedir. Tabiattaki
ayetler, sürekli adet telkin etmektedir. Temkin yasaları
ibadullaha genelliğini ilan etmektedir. Kaldı ki aşağıda ele
alacağımız veçhile; mucizeli izahlarda, Kur’ân mesajının vazettiği bazı
ilkeler çiğnenmekte, ilahi metnin dili ve üslubu açısından ortaya çıkan bazı
teknik sorunlar örtbas edilmekte ve tedebbür gereksiz görülmektedir.
İşte bu nedenlerle; işaret ettiğimiz mucizeli
anlatımlara alternatif bakışlar günümüzde teceddüt etmiştir. Ancak vahyin nüzul
atmosferine ve metne uzaklık, gelenekte kemikleşen kanaatlere cevap verme
gayreti ve çağdaş zihinlere izah çabası gibi unsurlar hesaba katılırsa, bu
yenilenen bakışlarda denge sorunu yaşanmasının doğal olacağı kabul edilmelidir.
Nitekim öyle de olmaktadır. Bu bakışlarda da, kimi zaman geçmişte ittifakla
“mucize” olarak algılanan bir meselenin, “temkin” yasalarına mutabık yeni izahı
bulunduğunda hemen kabullenilmekte, ama izahında zorlanılan bir meselede hemen
“mucize” kabulüne dönülerek tam bir tutarsızlık sergilenmektedir. Kimi zaman
mesajın, metnin ve aklın ilkeleri zorlanmakta, kimi zaman mucizeleştirmeye konu
olan birçok bölüm masal ve mitos dili ile izah edilmektedir.[4] Bu
arada en ilginç olanı ise metnin söz akışının ve Dil’in iç kurallarının
zorlanmasıdır.
Hz. İbrahim’in, misafirlerine ikram ettiği şeyin kızarmış
buzağı değil de buzağı heykeli olduğunun ileri sürülmesi
böyledir. Hz. Musa’nın yaptıklarının mucize olamayacağına göre ancak sihir
olabileceği şeklindeki yorumlar da bu türdendir. İşaret ettiğimiz bu iki
bakışı, kayda değer bulmadığımız için üzerinde de durmayacağız. Ancak arayış
içinde olanlara alternatif olması umuduyla; Hz. İbrahim’in misafirleri ile Hz.
Musa’nın asası meselesine, geleneğimizde bilindiği hâlde günümüzde üzerinde
durulmayan bir pencereden bakmak istiyoruz.
A- Melekler
1- Allah’ı
Aciz Bırakamazsınız
Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın kavli ile fiili
arasında nitelik ayrımı yapmaz. “O’nun kavli, fiiliyle ilgilidir” demek bile
Kur’ân üslubu açısından sorgulanması gereken bir söz olur. Çünkü “Ol der ve
olur”un anlamı,[5] O’nun kavlinin, bizzat
fiili olarak tezahür etmekte olduğudur. Vahiy de böyledir. Vahiy, indirilme
safhasında Cebrail’in kavlidir. Bu safhada yaratıcıdır. Karşı konulamaz.
Peygamberlerin kalbinde, kelamı kendisi inşa eder. “Temizlerden
(melekler) başkası el süremez.”[6] Beşerî kalıplara
dökülünce yaratılmış olur. Artık kelam, kelime olmuştur. Bu
nedenle, tekvini olana da tenzili olana da kelime
denmiştir. Allah’ın kelimeleri aynı karakterdedir. Birbirine müteşâbih,
birbiriyle uyumlu ve çelişkisizdir. Kelimelerden oluşan kevni ve tenzili
ayetler de böyledir.
Kelime ve ayetlerin karakteri, melekilik üzere
bulunmaktır. Onlarda tebdil, tağyir ve mahv bulunsa da bu dönüşümler ilkelidir.
Sadakat, adet, uyum, belirlenmişlik, kitabilik ve değişimsizlik esastır. Hiç
bir varlık halkî ve meleki tabiatın dışına çıkamaz. Âdemin
hilafeti de, evrendeki bu halki ve meleki okumalardan edineceği
ilimle imkân bulmaktadır. Allah’ın kelimelerinde; bir kez bile şeytanet,
tefâvüt, infitâr, intisâr ve fütûr olsaydı, insan asla ilim elde edemezdi.
Kur’ân üslubuna muvafakatle söylenecek olursa;
Allah’ın kelimeleri bitmez. Yani zatı gibi kelimeleri de kuşatılamaz. Söz
gelimi, yerçekimi, O’nun hem kavlî ve hem de fiilî kelimesidir.
Yerçekimine zıt olan kaldıran kuvvetler de, O’nun kavli ve fiili içinde,
kuşatılamazlığını bir kat daha artırır. O’nun işleri böyle paradoksal görünse
de anlaşılabilirdir. Çünkü özünde çelişkisizdir. Kurallı ve geneldir. Değişmez
bir adet üzeredir. Zaten Allah’ın âdetinde ihtilaf olduğunu düşünmek, kavlinde
de ihtilaf bulunduğunu sanmak olur. O’nun fiilinde çelişkiler olabileceğini
düşünmek, bazı sözlerinde de çelişki olabileceğini düşünmek olur. Tabii
işleyişte kitabiliğin olmadığını düşünmek, onları oluşturan emirlerin kitabının
bulunmadığını iddia etmek olur. O’nun, insanı aciz bırakan işlerinde
âdetini aciz bırakan mucize aramak, emir ve yasaklarında ilkeleri yok
sayan hüküm aramak olur. Bu da Allah’ı aciz bırakmaya çalışmak (mu’âcizîn)
ile aynı anlama gelir.
Nitekim “Allah'ı acze düşürme” anlamı veren bu kelime
ile “mucize” aynı köktendir. Ancak anlam kazandıkları yerde, biri “Allah’ı acze
düşürmek” diğeri de “insanı acze düşürmek” olmuştur. Kur’ân, mucizeyi hiç
kullanmadığı hâlde yirmiden fazla yerde “Allah’ın acze düşürülmesi”nden bahis
açmıştır:
Bu konudaki ayetlerin konusu tabiat mıdır yoksa vahiy
midir? Yani Allah’ın aciz bırakılmaya çalışıldığı ayetler nesnel midir yoksa
sözel midir? Bu tayin edilmemiştir. Aslında bunu aramaya gerek de yoktur. Çünkü
O’nun işi, sözünün aynıdır. O’nun işine nankörlük etmek, sözüne nankörlük
etmektir. Âdetini yalanlamak, adaletini yalanlamaktır.
2- Ma’kûlât
Hazreti
Varlıkların görülene ve görülemeyene doğru akışları
izlenebilmektedir. Suyun buhara buharın suya dönüşmesi gibi fizikseldir. Aynaya
bakan kişinin suretiyle olan ilişkisi de, canlı yayının ekrandaki görüntüyle
olan ilişkisi de böyledir. İzlenebilir, tekrarlanabilir ve geneldir. Temiz
havadaki bir çiçekten yayılan rayiha gibi bazı dönüşümler görülemese de durum
yine aynıdır. Fiziksel şartlar birleşince görüntüler ve kokular var olmakta, bu
imkânlar yok olunca görüntüler ve kokular da yok olmaktadır. Gıdaların cana
dönüşümü de bundan çok farklı değildir. Can gıdalarla vardır, gıdalar yok
olunca can da yok olur.
Ne var ki canın bedensel faaliyetleri göründüğü hâlde,
dimağda oluşturduğu faaliyetler görünmemektedir. Hâfıza, hayal, idrak, irâde,
muhâkeme, kuşku, inkâr, iman ve onlarla ilgili pek çok faaliyet duyular üstü
kalmaktadır. İnsan ruhunun; hulûlî mi yoksa zuhûrî mi, a’razî mi yoksa cevherî
mi olduğu tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz. Kur’ân’da; Âdem’e
üflendiği belirtilen ruh ile, ona vahiy getirdiği ifade edilen er-ruh,
ma’kûlat hazretindedir. Aralarındaki iletişim de istendiğinde tekrarlanabilir,
izlenebilir ve genel değildir. Kur’ân’da kendilerine iman edilmesi istenen mukarrabûn,
kirâmen katibîn ve arşın etrafındakiler gibi (ulvî) melekler de
böyledir.
Acaba bu meleklerin kendileri görünür mü?
Ahirete inanmayanlar; Hz. Muhammed’in doğruluğunu
kabul etmeye gerekçe olması için kendilerine gökten melek indirilmesini talep
ederler. Bununla da yetinmez, Allah'ın görünmesini isterler. Kur’ân onlara şu
cevabı verir:
“Büyüklendiler; büyük azgınlık ettiler. Melekleri
görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yok!”[8]
Vahye inanmayanlar, bizzat vahiy meleğini istemekle
kendilerini peygamberlere denk görmüşlerdir. Hatta kendilerini, "Beni
göremeyeceksin" fermanına muhatap olan Peygamber’den üstün görmüşlerdir.[9] Oysa
çelişki içindedirler. Körün rengi görmek istemesi gibi, inkâr ettikleri ma’kûlü
görmek istemişlerdir. İmkânsızın peşindedirler. Böyle yapmakla, nübüvveti kabul
etmeye değil, aslında reddetmeye gerekçe aramışlardır. Nitekim Kur’ân, onlara
elçi olarak bir meleğin gelmesinin ve kendilerine görünmesinin imkânsızlığı
sadedinde şöyle demiştir:
“Onu bir melek yapsaydık bir adam yapardık da
düştükleri şaşkınlığa onları yine düşürmüş olurduk.”[10]
Bunun anlamı şudur: Onlara vahiy değil de bizzat melek
gelseydi, onu zaten göremeyeceklerdi. Eğer o melek, adama dönüşmüş olsaydı, o
zaman da insanlardan farkı kalmayacaktı. Aslında onlar, olmayacağına
inandıkları şeyi istiyorlardı.
Yukarıdaki ayetlerden; vahiy meleğinin münkirlere
görünmeyeceği doğrudan anlaşılabilir. Onun bir kitle tarafından görülemeyeceği
de dolayısıyla çıkarılabilir. İkinci çıkarımı, aşağıdaki ayet de teyit eder:
Bu ayette melekeler, görülmeyen ordular şeklinde
nitelenmiştir. Acaba bu “görmeme” durumu, mümin kitleleri de kapsar mı? Aslında
müminlerden, melekleri görme taleplerinin geleceğini düşünmek
anlamsızdır. Çünkü ml’minler açısından melekler, görmenin değil, imanın
konusudur.[12]
Nitekim Kur’ân da böyle bir talepten söz etmemiştir. Kaldı ki bir ayette;
sahabenin, kendilerine yardım eden binlerce meleği görmediğinden de
bahsetmiştir:
Yani müminler de kendi kalplerine güzel duygular
telkin eden, düşmanlarının kalplerine korku salan binlerce meleği görememiştir.
İşte bu, ayetlerden, (ulvî) meleklerin görülmedikleri kanaati doğar. Daha
doğrusu, bu ayetlerden anlaşılan, kitlelerin melekleri asıl mahiyetleriyle göremeyecekleridir.
Fakat acaba onlar istedikleri bir şekle bürünüp de görünebilir
mi?
3- Cibrîl
Görünür mü?
Yukarıdaki ayetler, meleklerin birçok insana birden
görünmelerini olumsuzlamaktadır. Bu durumda Cibril’in, sahabeye
içlerinden bazıları suretinde göründüğü şeklindeki haberleri tavzihe muhtaç
görmek gerekir. Bu konudaki haberler, “elçiyi eğer melek yapsaydık onu bir adam
yapardık” ayetinin, delalet etmediği mana ile tefsiri gibidir.
Bu konuda tavzihe muhtaç daha önemli bir husus ise
Kur’ân’a isnat edilen, Hz. Muhammed’in iki defa Cibrîl'i gördüğü şeklindeki
yorumlardır.[14] Diğer
yandan, Allah’ın ruhu’nun, Meryem’e bir insan şeklinde göründüğü, bizzat
Kur’ân’da açıkça beyan edilmiştir. Buradaki ruh, müfessirlerin cumhuruna
göre Cibril’dir.[15] Yine
Hz. İbrahim’in Allah’ın elçilerini gördüğü bizzat Kur’ân’da beyan
edilmiştir ki Müfessirlere göre, İbrahim ve eşinin, Lut ve eşinin, hatta
inkârcı kavmin müşahede etmiş[16] olduğu
bu elçiler, aralarında Cibril’in de bulunduğu meleklerdir.
Bu çıkarımlar, insanın metafizik öğeleri görememesi
gerçekliği ile çelişmez mi? İnkârcı bir kitle, sahabenin göremediklerini görmüş
müdür? Eğer evetse bu imkân bugün de devam etmekte midir? Eğer melekler, insan
kılığında görünebiliyorlarsa, hayvanların suretlerinde de görünemezler mi? Bu
tür kabuller, toplumları hurafelere sevk edip bilimde kuşkuya vesile olmaz mı?
Bu soruları, Kur’ân’da anlatılan İbrahim’in misafirleri olayını esas
alarak cevaplandırmak istiyoruz.
B- Hadîs’u
İbrahim
4- Müjde Getiren Elçiler
İbrahim’in misafirleri olayı, en geniş şekliyle Hûd
Suresinde yer alır. Bu bölüm şöyledir:
“69- Elçilerimiz İbrahim'e müjde getirdiler:
"Selâm!" dediler. O da "Selâm!" dedi. Çok durmadan hemen
kızarmış buzağı getirdi. 70- Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce
durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içinde bir korku duydu. "Korkma,
dediler, biz Lût kavmine gönderildik." 71- Ayakta durmakta olan karısı
güldü, biz de ona İshâk'ı müjdeledik, İshâk'ın ardından da Ya'kub'u. 72-
"Vay dedi, ben bir koca karı, bu kocam da bir pir iken doğuracak mıyım?
Bu, cidden şaşılacak bir şeydir!" 73- Dediler ki: "Allah'ın işine mi
şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir ey ev halkı! O,
övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur." 74- İbrahim'den korku gidip kendisine
sevinç gelince Lût kavmi hakkında bizimle tartışmağa başladı. 75- Çünkü
İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Rabbine yalvarandır. 76- "Ey
İbrahim, dediler, bundan vazgeç. Zira Rabbinin emri gelmiştir, mutlaka onlara
geri çevrilmez azap gelecektir!'[17]
Bölümün başındaki; “Elçilerimiz İbrahim'e müjde
getirdiler” ifadesi, olayın mukaddimesi ve başlığı gibidir. Çünkü “Selamlaşma”
bile bundan sonra gelmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim’in onları ağırlamak için
yemek getirmesi de bundan sonradır. Demek ki bu safhada onların melek olduğunu
bilmemekte, tam birer insan olarak görmektedir. Kur’ân okuyucusu, onların müjde
getiren melekler olduğunu bilse de, Hz. İbrahim henüz bunun farkında
değildir. Nitekim onların yemediklerini görünce endişelenmeye başlamıştır.
Bunun üzerine misafirler, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” demişlerdir. Bu
arada İbrahim’in karısının ayakta durduğu ifade edilmektedir. Bu değininin
sebebi ise açık değildir. Sonra da güldüğü dile getirilir. Bu gülüşün de sebebi
ve niçin zikredildiği de belirsizdir. Daha sonra ona İshak ve Yakup müjdelenir.
Aslında Yakup oğul değil torundur. Burada torunun oğulla birlikte anılışının
münasebeti de kapalıdır. Daha sonra ev halkına, “siz” hitabıyla rahmet
dilenir. “Siz” zamiri ise dil açısından erildir. Belli ki bu muhataplar
arasında Hz. İbrahim de vardır. Zaten bundan sonra, ondan korkunun gittiği,
kendisine sevinç geldiği ve Lut kavmi hakkında mücadeleye başladığı
belirtilmiştir.
Şimdi bu hususların üzerinde düşünmeyi biraz tehir
ederek olayın devamına bakalım:
5- Elçilerin Lut’a Gelişi
Hz. İbrahim’le ve eşiyle ilgili anlatım biter bitmez
elçilerin Hz. Lut’a gidişleri ve daha sonra olanlar şöyle ifade edilir:
77- Elçilerimiz Lût'a gelince onlar yüzünden
kaygılandı, onlar için arşını daraldı. "Bu, çetin bir gündür!" dedi.
78- Daha önceden kötü işler yapan kavmi de koşarak ona geldiler: Ey kavmim,
dedi, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah'tan korkun, konuklarımın
içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?"
79- Dediler ki: "Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadığını
bilmişsindir. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin".
80-"Keşke sizi savacak gücüm olsaydı yahut da çok sarp bir kaleye
sığınabilsem!" dedi. 81- (Melekler) dediler ki: "Ey Lût, biz senin
Rabbi’nin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında
aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri dönüp bakmasın. Çünkü
ötekilerine erişen (azap) ona da erişecektir. Başlarına gelecek azap zamanı
sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" 82- Emrimiz gelince oranın
üstünü altına getirdik; üzerine de taş yağdırdık: çamurdan pişmiş,
hazırlanmış, istif edilmiş, 83- Rabbinin katında işaretlenmiş (taşlar). Bu,
zâlimlerden uzak değildir.”
Bu hadisenin buradaki ve başka surelerdeki anlatımları
üzerine çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Ama hiç birisi; misafirlerin gerçek
insanlar olduklarını, İbrahim’in onlara yemek değil de altından buzağı heykeli
takdim ettiklerini, hediye kabul etmediklerini görünce de onlardan korktuğunu
söyleyecek kadar densiz olmamıştır. Bu, en hafif ifadesiyle dile ve metne
iftiradır. İbrahim’in misafirlerine “yemez misiniz” şeklindeki
hitabının, hediyeyi kabul etmeyen misafirlerine “kabul etmez misiniz” dediği
manasına geldiğini düşünmek de akıllara zarardır.
Oysa misafirlerin gelecek olaylara ve ilahi kudrete
elçilik yapması ve olayların anlatımında izlenen bazı sıradışılıklar, onların
Kur’ân dilindeki melekler olduğunu sarahatle göstermektedir.
6- Olayın
Şeması
Mealini verdiğimiz bu anlatım, Kur’ân’da, üç yerde
daha parçalar halinde tekrarlanmaktadır. Onlardan birisi en kısa olanıdır.
Burada, ilk anlatımın çatısına uygun şekilde, olayın sadece başı ve sonu
hatırlatılmıştır.[18]
Diğer bir bölüm ise, ilk anlatımın tam bir özetidir.
Yine olay yukarıdaki şemaya uygun olarak hülasa edilmiştir.[19]
Üçüncü bölüm de aynıdır. Buradaki terk fark Hz.
İbrahim’in kendisiyle ilgili müjdenin genişletilmiş olmasıdır.[20]
Şimdi burada şu soruya cevap aramamız gerekiyor. Acaba
bütün bu fragmanlarda neden Hz. Lut, Hz. İbrahim’le beraberdir?
Evet, Hz. Lut, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğludur.
Ancak onların bu anlatımdaki birlikteliğinin sebebi akrabalıkları olamaz. Çünkü
İbrahim, iman akrabalığını kan ve zürriyet akrabalığına tercih eden bir
isimdir. Olaylarının birleştirilme sebebi, o ikisine aynı elçilerin gelmesi de
olamaz. Çünkü o elçilerin âdeti zaten budur.
7- Tek Olay
Bu anlatımın iki yarısının da, merkezinde Hz. İbrahim
vardır. Olayın iki yarısının şemalarındaki mütekabiliyet buna işaret
etmektedir. Birinci kısmının şeması şöyledir:
1- Mukaddime.
2- Hz. İbrahim’in korkusu.
3- Misafirlerin Hz. İbrahim’i teskin edişleri.
4- Müjdeler. (Hanıma müjde verilişi ve İbrahim’e
bereket müjdesi.)
5- Hz. İbrahim’in Lut kavmi helak edilmesin diye
mücadele vermesi.
Olayın ikinci kısmının şeması ise şöyledir:
1- Mukaddimeye karşı Elçilerin Lut’a gelişi.
2- Hz. İbrahim’in endişesine karşı, Lut’un endişesi.
3- Elçilerin İbrahim’i teskin edişine karşı, Lut’un
kendi kavmini teskin etmeye çalışması.
4- Hz. İbrahim ve eşine çocuk müjdesine karşı, Lut
ailesine necat ve eşine ve kavmine helak müjdesi.
5- Hz. İbrahim’in kavim hakkındaki mücadelesine karşı
kavmin helak edilmesi.
İşte, şemasını çıkardığımız bu iki yarıya Kur’ân ortak
bir isim vermiştir:
Bu, oldukça düşündürücü bir husus olmalıdır. Çünkü bu
adlandırmalardan sonra her iki bölümde de, olayın iki yarısı da tam olarak
anlatılmıştır.
Bu iki bölümü bütünleştiren ve tek olay telakki
edilmesi gerektiğini gösteren diğer bir husus da, olayın ta başında
misafirlerin Hz. İbrahim’e “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” demeleridir.
Onlar “Korkma biz meleğiz!” dememişlerdir. “Korkma sana müjde getirdik!” de
dememişlerdir. Daha İbrahim’e ve eşine çocuk müjdesi vermeden “Lut kavmine
gönderildik!” demişlerdir.
Demek ki Lut’a gidişin bizzat İbrahim’e gelişle bir
bağlantısı söz konusudur. Daha doğrusu elçilerin Hz. Lut’a gidişleri, Hz.
İbrahim’e gelişlerinin devamıdır. Lut kavmiyle ilgili haber, aslında rehberleri
olan İbrahim’e gönderilmiştir. Olay bütündür. Bu bütünlüğün temelinde, Lut’un,
İbrahim ailesinden oluşu bulunmaktadır. Nitekim Lut’un eşi ve kavmi helak
olacak ama İbrahim’in eşi zürriyeti bereketlenecektir. Kurtarılacak olan Lut ailesidir
ama büyüyecek olan onun bağlı bulunduğu İbrahim’in ehlidir.
Bu anlatımın iki yarısını bir bütün olarak düşünmemizi
gerektiren hususlardan birisi de, insanların görmesinin ve meleklerin
görünmesinin mâhiyetiyle ilgilidir. Nitekim bu hususa yukarıda işaret
etmiştik. İnsanın görmesi, fiziksel dönüşümlere ayarlıdır. Gördüğü şeyler de
ölçülür ve yinelenirdir. Ayrıca sonucu da genel olur. Sahibini evrensel bilgiye
götürür. Oysa metafizik varlıklar, ölçülür ve tecrübe edilir değildir. Ulvi ve
semavi melekler görünmezler. O zaman onlarla ilgili bir sonuç da genel
olmayacaktır. Bu nedenle, mer’î olanların görünmesi umumi ise de gayr-i
mer’î olanların görünmesi ferdî olmak durumundadır. Sadece sahibini
özel bir bilgiye ulaştıracaktır.
O zaman misafir elçiler olayının, Hz.
İbrahim’le başlayan ve onda biten ferdi bir rüyet şeklinde
gerçekleşmiş olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Elçiler önce İbrahim’e değil
sadece ona gelmişlerdir. Bu hususta, fiziksellik ayarlarının değiştiği uykuda
bizim için yeterli deliller bulunmaktadır.
8- Rüya; Görme
Çok insan rüya görür. Bu rüyalarda fiziki kurallar
aşılmaktadır. Nitekim kendi bedenlerini, uykuda uçarken görebilen çok kimse
vardır. Aile efradının o kişiye uçarken eşlik etmiş olması da mümkündür. Ancak;
aynı rüyayı, aynı detaylarla, aile efradının her birinin eş zamanlı
olarak görmeleri duyulmamıştır. Böyle bir şey olası da değildir. Çünkü her
ferdin cinsi, yaşı, ihtiyacı, özlemi, ideali, inanç düzeyi, kültürü, bilgisi,
hayal kuvveti ve ruhi tekâmülü diğerinden farklıdır.
Tuzlu peynir yiyen birisinin rüyasında su görmesi
sıradan bir durumdur. Tuzlu yiyecekle rüyada görülen su arasındaki ilişkinin
fiziksel olduğu düşünülebilir. Rüyasında uçtuğunu gören kimsenin, uyuyan bedeni
ile uçan görüntüsü arasında da fiziksel bir ilişki ihdas edilip psikolojik bir
durum olduğu düşünülebilir. Lakin maddi sebeplerin hiç müessir olmadığı, arızi
psikolojik durumla hiç alaka kurulamayan, tamamen ayrı bir ruhsal cevherle
gerçekleşen rüyalar da insanlığın marufudur. Çoğu zaman gelecekten haber
taşıyan bu rüyalar, Jung’un, başka bir kaynaktan geldiğini ve insanı
yücelttiğini söylediği rüyalardır.[23] Eski
Ahit ve Yeni Ahit gelenekleri de bunun tanıklarıdır.[24]
Eski dünyanın algısına göre, rüyada görülenler,
gerçekleşmeyecek şeyler değildir. Bu nedenle rüyalara, günümüzde olduğundan çok
daha fazla değer verilmiştir. Kadim Arapçada, uyanıkken görme ile rüyada görme
için aynı kök harfler kullanılır. Ra’â fiili, hem fiziksel görme için
hem de rüyada görme için ortak kullanılmıştır.[25]
Bazı haberlerde; müminin rüyası, peygamberlikten bir cüz,[26]
peygamberliğin kırk altıda biri olarak nitelenmiştir.[27]
Rüya’nın sıra dışılığına Kur’ân-ı Kerim de tanıklık etmektedir. Kur’ân dilinde
uyku durumuna menam, düşlere hulm, karışık düşlere edğâs, gelecekten
haber taşıma değeri olan görmelere ise rüya denmiştir.[28]
Rüyanın benzerlerinden farkı, geleceğe ait haberler taşıması nedeniyle tevilinin
yapılması gerektiğidir. Hz. Yusuf’u zindandan kurtaran da rüyaların tevil ve
tabirini bilmesidir.[29]
9- Temessül; Görünme
Kur’ân, mahiyeti açısından rüyadaki görmenin
nesnesi durumunda olan görünmeden de söz etmiştir. Bu da temessüldür.
Kelimenin kökü m-s-l dir. Kur’ân, benzeri ile arasında fiziksel bir bağ
bulunmayan söze mesel der.[30]
Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan heykele timsal der.[31]
Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan ma’kûlâta ise temessül
der. Böyle bir olay Hz. Meryem için gerçekleşmiştir:
Burada, Rûh (Cibrîl)’un görülme olayına temessül
denmiştir. Çünkü mesel ve timsal gibi onun da cevheri ile görünmesi arasında
fiziksel bir bağ yoktur.
Bu durum, tıpkı Bilge’nin iki denizin
birleştiği yerde, Hz. Musa’ya temessül edip de, hayatının tevilini üç meselede
kendisine öğretmesi gibidir.[33] Bunlar
elbette ferdî ve özel müşahedelerdir. Çünkü temessül, duyuların değil ruhun
işidir. Ruh’un ruhta var edilmesidir. Bu var etme genel değil özeldir. Yani
melek sadece Meryem’e temessül etmiştir. Hz. Musa’ya temessül olayında da fetâsı
yanında yoktur. Bu tür olaylar doğal olarak iman ve inkâra açık olur. O zaman
meleklerin, temessül yoluyla görülebileceğini kabul etmenin işi safsataya
götüreceği şeklindeki bir kaygı da yersiz ve anlamsız olacaktır.
Ayrıca temessülde de, rüyadaki öznenin müşahede
ettiği şeyleri yadırgaması gibi, yadırgamalar olmaktadır. Nitekim Hz. Meryem
de, Hz. Musa da gördüklerini yadırgamışlardır. [34] Çünkü
bu görmeler çoğu zaman olaylardaki âdete ve eşyanın tabiatına aykırı
olarak gerçekleşmektedir. Bu nedenle de tabir edilmesine ihtiyaç duyulmakta ve
tahakkuku beklenmektedir.
Bizce; Hz. İbrahim’in misafirlerinin gelişlerini
yadırgadığı olay da, rüyadaki görme ve temessül gibi, gelecekten haber taşıyan
bir nübüvvet olayıdır. Tevili ve tahakkuku ayrıdır.
Bu tespitimizin delillerinden birisi de Kur’ân’daki hadîs
(çoğulu ehâdîs) kelimesidir.
10- Hadîs; Vahiy, Haber
Arapçada uyanıkken olsun, uyurken olsun, kulak yoluyla
olsun vahiy yoluyla olsun, insanın mülâkî olduğu sözlere ehâdîs denmiştir.[35] Bu
kelime; söylence, haber, her türlü söz ve ilahi kelam anlamlarında Kur'an’da
kullanılmıştır.[36]
Kelimenin bunlardan ayrılmayan daha özel manası ise şu ayettekidir:
Buradaki ehâdîs, rüya vasıtasıyla alınan haberlerdir.
Başka bir anlatımla, bu hadîsler Hz. Yusuf’un tevilini bildiği rüya
haberleridir. Bu tür haberler, geleceği bugünden bildirmekte, zamanı aşmakta
ve metafiziğin fizikten önce olduğunu ispat etmektedir.
İşte burada dikkat çekici bir hususla karşılaşmaktayız:
Misafirler olayını, rüyada görünenlere benzetmiş ve bu nedenle tevil
edilmesi gerektiğini söylemiştik. Şimdi de rüyada görünenlere ve tevil edilmesi
gerekenlere Kur’ân’ın hadîs dediğini görüyoruz. Bu durum, konumuz
açısından gerçekten çok dikkat çekicidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, dört kez
tekrarladığı Misafirler olayında gerçekleşenlere de hadîs
demektedir:
Önceki ayette ehâdîs, tevili yapılması gereken
haberlerdir. Sonraki ayette ise hadîs, elçilerin Hz. İbrahim’e
ulaştırdığı haberdir. O zaman şu tespitimiz bir kez daha teyit edilmiş
olmaktadır: İki ayrı kıssa olarak okuduğumuz misafirler olayı aslında
ferdi bir görme, burada alınan haberler de tevili yapılması gereken bir hadîstir.
11- Hadîsler Tevil Edilmelidir
Rüyalardaki haberler, her zaman şimdiye ve buraya ait
olmaz. Onlar çoğu zaman öznenin mazisine, beklentilerine, ideallerine, ruh
hâline ve nefsî kemaline aittir. Bir peygamber söz konusu ise daha da hususiyet
arz eder. Ne var ki özne, fiziksel hayatla ve şimdiyle sınırlıdır. Bu nedenle
geçmiş, gelecek ve gayb haberleri, ancak onun bildiği nesneler üzerinden
verilebilir. Artık yapılması gereken; öznenin ihtiyaçlarına, eğitimine,
kültürüne, tecrübelerine ve ruhi tekâmülüne göre o nesnelerin tevil
edilmesidir.
Yani hadîsler’in fizikileştiren tefsiri değil tahkikine
yönelen tevili gereklidir.
O zaman, misafirler olayını tefsir etmek için
gerekçe yapılan şu sorular ehemmiyetini yitirecektir. Meleklerin sayıları üç
müdür, on üç müdür? Onlar hangi meleklerdir? Bir haberi vermek için neden çok
sayıda gelmişlerdir? Neden yemeyecekleri bir yemeğin gelmesini
beklemişlerdir? İbrahim’e müjde vermeye geldikleri hâlde niçin onu
korkutmuşlardır? Çocuk müjdesini İbrahim’e mi yoksa eşine mi vermişlerdir?
Hanımı neden ayakta durmaktadır? Niçin gülmüştür? Yaşlı bir adamın ve kısır
kadının çocukları nasıl olacaktır? Müsrif kavmin erkekleri de melekleri
görmüşler midir?
Bu ve benzeri sorulara tefsir yoluyla cevap aramak
anlamsızdır. Aslında o cevaplarda isabet etmek de imkânsızdır. Çünkü bu, tevil
edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir hadîs’tir. Tevilin ilk
adımı ise, yukarıdaki soruların geri plana ittiği şu düşünme noktasıdır:
İbrahim ve eşinin çocuk sahibi olmalarının, Lut kavminin helak edilmesinin, Lut
ailesinin kurtarılıp karısının geride bırakılmasının, bunların her birinin dini
anlatım açısından yalnız başına hiçbir değeri yoktur. Ancak hepsi bir arada bir
değer ifade edecek, o zaman hepsi de müjde olarak nitelenebilecektir.
12- Müjdeler; Zürriyet, Nübüvvet ve Helak
Dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında,
doğum yapacak kadının adı yoktur. Ama henüz doğmamış oğlunun adı vardır. Gülen
kadının oğluna gülmek mastarından yapılmış kelime(nin İbranice
telaffuzu) ile İshak denmiştir. Bundan daha garibi ise çocuğu henüz
doğmamış kadına, torununun kendi adıyla müjdelenmesidir. Ona da takip
mastarından alınmış bir kelimeyle Yakup denmiştir. (Rivayetlere göre
kadın bu torununu dünya gözüyle görememiştir.) Bütün bunlardan anlaşılan şudur.
Bu, salt bir doğum müjdesi değil, zürriyet müjdeleyen bir haberdir.
Yine dikkat edilirse, hadîs’in bütün
fragmanlarında, Hz. İbrahim’e müjdelenenler arasında oğlunun adı yoktur. Bu
elbette önemlidir. Çünkü İbrahim gülmemiştir. Fakat çocuktan “alîm”
niteliği ile bahsedilmiştir.[39] Çünkü
İbrahim’in kendisi de nübüvvetiyle ilim simgesidir. Nitekim torunun da
adı anılmamış, ondan hiç bahsedilmemiştir. Bu çok daha önemlidir. Çünkü iman çizgisi
için bu şart değildir. Bu üslubun da zürriyet müjdesinden ziyade, nübüvvete
işaret eden bir beşaret olduğu gayet açıktır.
Bu durumda kadına verilen haber, İsrail oğullarının
müjdesi ise de, Hz. İbrahim’e verilen haber aynı zamanda İsmail oğullarının
beşaretidir. Ancak Elçilerin İbrahim’e getirdiği haber sadece bu kadar da
değildir. Beşaretler, müsrif kavmin helaki ile tamamlanmaktadır.
Hadîs’in bütün fragmanlarına
dikkat edilirse, Lut kavmine, yukarıdan işaretlenmiş siccilden taşlar ve
tînden taşlar gönderileceği bildirilmiştir.[40] Ancak
bu, Hz. İbrahim’e temessülde verilen hadîsin lafzıdır. Tevili ve
tahakkuk etmiş şekli değildir. Bunlar elbette farklı olacaktır. Nitekim o
kavim, üzerine bir fırtına ve yıkıcı bir yağmur
gönderilerek helak edilmiştir. Bunu bizzat Kur’ân dile getirmiştir:
Yine hadîs’in lafzına göre Hz. Lut,
misafirlerini kurtarmak için “İşte size kızlarım!” demiştir.[42] Başka
bir bölümde de “Yapacaksanız işte kızlarım!” demiştir.[43] Kavmin
erkekleri ise “Ne istediğimizi bilirsin!” şeklinde itiraz etmişlerdir. Bu
diyalogdan elbette Hz. Lut’un temiz kadınları, müsrif erkeklere takdim ettiği
anlaşılamaz. O erkeklerin meleklere saldırdıkları anlamı da çıkarılamaz. Çünkü
bunlar, hadîs’in lafzıdır. Bunlar Hz. İbrahim’in temessülde müşahedesidir.
Aslında bunlar simge sözlerdir. Sahiplerinin hayallerini, inançlarını,
ideallerini ve hayat tarzlarını simgelemektedir. Tevili yapılması ve tahakkuku
beklenmesi gerekir. Gerçek hayatta da kuşkusuz süregelen peygamberlerin temiz nikâh
sünneti şeklinde tahakkuk etmiştir.
C- Hadîs’u
Musa
1- Mukaddes
Vadide
Hz. Musa’nın değneğinin Kur’ân’daki en uzun
anlatımı, Tâhâ Suresi’ndedir:
10- Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine: "Siz
durun, ben bir ateş gördüm, belki ondan size bir kor getiririm yahut ateşin
yanında bir yol gösteren bulurum" demişti. 11-Ateşin yanına gelince
kendisine: "Ey Mûsâ!" diye seslenildi. 12- "Ben, (evet) Ben
senin Rabbinim! Pabuçlarını çıkar. Zira sen, Kutsal Vadide, Tuva’dasın."
13- "Ben seni seçtim, şimdi vahyolunanı dinle." 14- Muhakkak Ben,
(evet) Ben Allah’ım; Benden başka Tanrı yoktur. Bana kulluk et ve beni anmak
için namaz kıl." 15- "(Kıyamet) saat(i) mutlaka gelecektir. Herkesin,
peşinde koştuğu işlerle cezalanması için nerdeyse onu gizleyeceğim." 16-
"Ona inanmayıp keyfine uyan kimse, seni ondan alıkoymasın, sonra helak
olursun!" 17- " Sağındaki nedir ey Mûsâ?" 18- "O, âsâmdır,
dedi, ona dayanıyorum ve onunla davarıma yaprak silkeliyorum ve onda benim daha
birçok ihtiyaçlarım var." 19-(Allah) buyurdu: "Yere at onu ey
Mûsâ!" 20- (Mûsâ) Onu attı, bir de ne görsün, o, koşan kocaman bir yılan!
21- (Allah): "Al onu, dedi, korkma biz onu yine ilk durumuna
sokacağız." 22- "Elini (sol) yanına sok; bir hastalık olmadan, ayrı
bir ayet olarak bembeyaz bir durumda çıksın " 23- "Ki sana en büyük
ayetlerinden bazılarını göstermiş olalım " 24- "İmdi sen Firavun'a
git; çünkü o azdı."
2- Olayın
Şeması
Bu olay, Kasas suresinde tekrarlanır. Burada Hz.
Musa’nın; ateş gördüğü yere, ailesini ısıtmak için gittiği; amacının bir
haber veya kor getirmek olduğu, kendisine bir ağaçtan
seslenildiği, âsâsının da ince ve beyaz bir yılan (cânn) gibi
hareketlendiği yer alır.[44]
Buradaki tekrar, aşağı yukarı aynı kelimelerle bir kez daha Neml Suresinde
yinelenmiştir.[45]
Mukaddes vadideki bu olay, Kur’ân’da toplam üç kere
anlatılmıştır. Sebebini daha sonra izah edeceğimiz bazı kelime farklılıkları
dışında, bu üç bölümün de çatısı aynıdır. Anlatının ortak şeması ise şöyledir:
1) Hz. Musa bir ateş görür.
2) Ehlini bırakıp bir kıvılcım ve haber getirme veya
onlara rehber bulma amacıyla o ateşe gider.
3) Orada bir ağaçtan, kendisine vahyedilir.
4) Bir emir üzerine asasını bırakır, ince bir yılan
gibi hareketlendiğini, gayretli bir yılan olduğunu görünce korkar.
5) Kusursuz şekilde beyaz çıkması için elini cebine
sokması ve yanlarını kendisine çekmesi emredilir.
Son iki maddeye konu olan şeyler benzeşmektedir. Bu
benzeşme noktası da fevkalade dönüşümdür. O zaman yukarıdaki şemayı;
ateş, kıvılcım, vahiy ve dönüşüm olarak birer kelimeyle özetleyebiliriz. Acaba vahiy
bağlamındaki; ateş ve kıvılcım nedir? Bunu, dördüncü maddedeki dönüşümler
üzerinden düşünmek istiyoruz.
3- “Hadis’ü
Musa”
Bu üç bölümün Kur’ân-ı mübindeki söz akışından açıkça
anlaşılacağı üzere, Hz. Musa Mukaddes vadidedir. Henüz Mısır’a inmemiş ve risalete
başlamamıştır. Firavun ve sihirbazları yanında yoktur. İsrail oğulları da
yoktur. Hatta ailesinden (ehlinden) de uzaklaşmış durumda ve tek başınadır. Yani
bu olayın tanığı sadece Hz. Musa’dır. Bu, kelimenin tam anlamıyla nübüvvet
olayıdır. Bir temessüldür. Hz. İbrahim’in misafirleri olayındaki gibi
özel bir müşahededir. Nitekim o gördüklerini yadırgayıp korktuğu gibi, Hz. Musa
da yadırgamış ve korkmuştur. Hz. İbrahim’le ilgili olaya hadîs dendiği gibi, bu
olay da hadîs[46]
ve hadis’ü Musa şeklinde nitelenmiştir:
“Musa’nın hadis’i sana gel(me)di mi? Hani Rabbi
Mukaddes Tuvâ vadisinde ona nida etmişti.”[47]
“İbrahim’in misafirleri” örneğinde hadîslerin
tevilinin yapılması gerektiğine, tahakkuklarının da farklı cereyan
edebileceğine işaret etmiştik. Hadisu Musa için de durum aynıdır.
4- Sağındaki
Ne!
Mukaddes vadide, Hz. Musa’ya “O elindeki ne” denmemiş,
fakat “O sağındaki ne?” denmiştir. Burada kast edilen her ne kadar sağ el
ise de, el kelimesinin çağrışımları başka, sağın çağrışımları
başkadır. Kur'ân üslubunda sağ (yemîn); kuvvetin, hakkın (hikmet ve
adaletin) geliş yönüdür. Kitap yazma cihetidir.[48]
Hz. Musa'ya seslenilen ağacın bulunduğu yer de mukaddes vadinin sağ
kıyısıdır.[49]
Kur'ân, peygamberlerden birisi, Allah'a iftira edecek olsaydı "sağından
yakalanırdı” demektedir.[50] İşte
“O sağındaki ne!” ifadesi bu çağrışımlarla birlikte düşünülmelidir.
Diğer yandan şuna da dikkat edilmelidir. Bu soru, iki
kısa fragmanda yer almamıştır. Sadece olayın genişçe anlatıldığı bölümde
verilmiştir. Vahyedilen şeylerden sonra sıra bu soruya gelmiştir. Bu durum, onun
sağındaki şeyin, vahyedilenlerle vücut bulduğuna delalet etmektedir.
Bu çağrışım ve siyaktan sonra şuna da dikkat
edilmelidir. “O sağındaki ne?” sorusunun cevabı, tek kelime ile “âsâ”
olmamıştır. Bu soru üzerine, âsânın işleri sıralanmıştır. Ayrıca soru metni, o
nesnenin "ne" olduğunu zaten belirlemektedir. Kalemini göremediği
için aranan birisine, "O önündeki ne!" demek gibi yol gösterilmiştir.
Diğer yandan, “O” sözcüğünün Arapçadaki karşılığı olan tilke lafzı,
Kur'ân üslubunda on küsur yerde ilahi mesajı nitelemektedir.
İşte bütün bu hususlar, temessüldeki âsânın, temsil
dilinde vahyi simgelediğini, onun hareketlerinin de vahyin hareketlerinin
anlatımı olduğunu düşündürmektedir.
5- Âsânın
Hareketleri
Âsâ, gerçek hayatta, güdülenleri bir araya getirme ve
yönlendirme aracıdır. Eğer bir sürünün yönetilmesinden söz ediliyorsa, doğal
olarak çoban ve onun değneği akla gelir. Ama eğer toplum yönetiminden söz
ediliyorsa, o zaman lider ve âsâsı akla gelir. Âsâ, kadim Mısır
krallarında olduğu gibi, kadim geleneklerde melikiyet simgesi olmuştur.
Hz. İsa’nın da eline değnek verildiği ve “İşte melikiniz” denerek onunla alay
edildiği nakledilmiştir.[51]
Liderin elindeki âsâ, topluma ruh verecek olan yasaların simgesidir. Bu nedenle
Arapça’da, mecaz olarak yönetilenlere de âsâ denmiştir. Kadim İbranicede
de matteh sözcüğü, hem değnek, hem de kabile ve şahıs anlamına
gelmektedir.[52]
Bu durumda; peygamber, toplum ve tebliğ bağlamındaki âsânın, vahyi
simgelediğini düşünmek kaçınılmaz olur.
Hz. Musa’nın yaşadığı olayda yanılgılara sebep olan
şeylerden birisi, âsânın yılana dönüşüm ve hareketleridir. Burada, sözü
anlama yerine arama hastalığına tutulmuşlara öncelikle şunu
hatırlatmamız gerekir. Kur’ân, hiçbir ayette, âsânın cânn’a (ince-beyaz
bir yılana) dönüştüğünü söylememiştir. Ama kıvraklıkta onun gibi göründüğünü
belirtmiştir.[53]
Yılana dönüşümü niteleyen kelime ise hayye (yılan)dır.[54]
Cânn, öldürmesinden sakınılan
intikamcı yılandır. Hayye ise yılanların genel adıdır. Mecaz olarak deha
sahibi ve cesur kimse için de kullanılır.[55]
Temsil dilinde ise sihirden etkilenmeyen düşmandır.[56]
Bu temsillerle; ilahi yasalara kavuşacak olan esir İsrail oğullarının,
Firavun’un zulüm düzeninde düşmanlık edici, sinsi ve gayretli bir türe
dönüşeceğinin haberi verilmektedir. Yeşil ağaçtaki ateş ilahi vahyin simgesi
ise, kuru âsâdaki canlanma da birşeyin simgesi olmalıdır. Bu, top yekun
Mısır’da meydana gelecek inkılabın, Risalet’ten önce Hz. Musa’ya müjdelenmesi
olayıdır.
6- Amaç
Neydi?
Hz. Musa Mukaddes vâdiye niçin gitmişti? Orada âsâsı
niçin hareketlenmişti. Elini koynuna sokup da beyaz çıkarması neye
yarayacaktı? Olayın en uzun anlatımının yer aldığı bölümden okumaya devam
edelim:
25- (Mûsâ) "Rabbim, dedi, benim göğsümü aç
(gönlümü geniş yap)." 26- "Bana işimi kolaylaştır." 27-
"Dilimden şu düğümü çöz," 28- "Ki sözümü anlasınlar' 29-
"Bana ailemden bir vezir ver" 30- "Kardeşim Harun'u." 31-
"Onunla arkamı kuvvetlendir," 32- "Onu da işime ortak yap,"
33- "Ki seni çok tesbîh edelim," 34- "Ve seni çok analım."
35- "Şüphesiz sen, bizi görmektesin." 36- (Allah) dedi: "Ey
Mûsâ, istediğin sana verildi." 37- "Zâten biz sana bir kere daha
lütuf ta bulunmuştuk." 38-" (Sen doğduğun zaman) annene vahyedileni
vahyetmiştik:" 39- " 'Onu sandığa koy, suya at; su onu sahile
bıraksın; onu benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır.' Gözümün
önünde yetiştirilmen için senin üzerine benden bir sevgi koydum." 40-
"Kızkardeşin, gidip 'ona bakacak birini size göstereyim mi?' diyordu.
Böylece seni annene geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin. Sen, bir de
adam öldürmüştün, o zaman da seni tasadan kurtarmış ve seni iyice denemiştik.
Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra -alâ kaderin- geldin ey Mûsâ!"
41- "Seni kendim için yetiştirdim." 42- "Sen ve kardeşin,
âyetlerimi götürün, beni anmakta gevşeklik etmeyin." 43- "Firavun'a
gidin, çünkü o azdı." 44- "Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır
veya korkar." 45- ''Dediler ki: "Rabbimiz, onun bize taşkınlık
etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz." 46- "Korkmayın, dedi,
ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm." 47- "Haydi, varın ona
deyin ki: 'Biz senin Rabbinin elçileriyiz; İsrail oğullarını bizimle gönder,
onlara azâbetme. Biz Rabbinden sana bir âyet getirdik. Esenlik hidâyete
uyanlaradır. 48- Bize, yalanlayıp yüz çevirenin, azaba uğrayacağı
vahyolundu."
Kırkıncı ayette, metnin aslındaki “alâ kaderin”
deyimini aynen yazdık. Üstat Süleyman Ateş, o deyimi “takdir ettiğimiz bir
vakitte bize geldin” şeklinde tercüme etmiş. Merhum Hamdi Yazır; “Belli bir
çağa (peygamberlik görevini yüklenecek yaşa) geldin” şeklinde anlamış. Bu iki
anlamın, çevresinde dolaştığı asıl mana ise “tam vaktinde bize geldin”
demektir. Ancak bu vakit önceden belirlenmiş kader anlamında değildir.
Hz. Musa’nın nübüvvet için hazır olmuşluk vaktidir. Nitekim Arapçada “Alâ
kaderin” deyimi, birşeyin tam ihtiyaç duyulan zamanda yapıldığını ifade
için kullanılır. Ayette de, tam nübüvvet zamanında geldin demek olur.[57]
Sözün; “Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra -alâ kaderin- geldin ey
Mûsâ! Seni kendim için yetiştirdim” şeklindeki siyâkı da bu manayı teyit
etmektedir. Bu durum da, Hz. Musa’nın, nübüvvetten önce Medyen’de kayın
pederinden telakkî etmiş olduğu ilahi yasaları akla getirmektedir. Mukaddes
vadide Hz. Musa’nın sağında âsâ olarak temessül eden de budur.[58]
Evet, Hz. Musa Mukaddes vadideki olayda, Kardeşi Harun’un
“kendisine yardımcı olarak verilmesi" için dua etmişti. Bunun amacı,
elbette ona çok ağır bir değnek taşıtmak değildi. Tebliğde muvaffakiyet
arzusuydu. Çünkü Hârun daha açık seçik konuşabiliyordu:
“Kardeşim Harûn, lisanca benden fesahatlidir, beni
tasdik eder bir muavin olmak üzere maiyyetimde ona da risalet ver.” [59]
Bu bağlamda son olarak dikkat çekmek istediğimiz husus
şudur: Hz. Musa, ailesini ısıtmak için, kor, kıvılcım, haber veya rehber
peşindedir. Oysa anlatımın hiçbir bölümünde; ailesinin üşüdüğüne, şiddetli
soğuğa veya fırtınaya tutulduklarına dair bir işaret yoktur. Kaldı ki o,
gittiği yerden soğuktan koruyan bir ateş de getirmemiştir.
Aksine, oradan hayati bir haberle dönmüştür. Ehlini, Allah’a ısıtacak
olan bir haberdir bu. Nitekim olaydaki ısınma, Arapça testalûn
kelimesiyle vurgulanmıştır. Bu kelime, bu olayda Hz. Musa’dan istenen “salât”
ile aynı köktendir.[60]
Bu da, zikir, salât, Kur’ân ve vahyin kimi zaman
birbirinin yerine geçen kelimeler olduğunu bilenler için önemli bir işarettir.
Evet, bunlar, Kur’ân’da üç bölümde beyan edilen hadîs’in,
Hz. Yusuf’un bilmesi gibi, ilimde derinleşen ulemanın bilebileceği
tevilleridir. Sadece Allah’ın bildiği olayın tevili ise buluşma gününde
tahakkuk edecektir.[61]
7- Buluşma
Günü
Şimdi Tâhâ Suresine yeniden dönelim. Mukaddes vadide
olanların anlatıldığı bölümü 38. ayete kadar görmüştük. Bundan sorası,
Firavun’un önünde olup bitenleri anlatmaktadır:
49- (Fir'avn): "Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?"
dedi. 50- "Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola
iletendir" dedi. 51- "Peki ya ilk nesillerin hâli ne olacak?"
dedi. 52- "Onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır, dedi. Rabbim
şaşmaz ve unutmaz." 53- O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için
yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık.
54- Yiyin, hayvanlarınızı da otlatın. Şüphesiz bunda, akıl sahipleri için
ibretler vardır. 55- Sizi yerden yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez
daha ondan çıkaracağız. 56- Andolsun biz, o Firavun’a âyetlerimizin hepsini
gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı. 57- Ve: "Sen bizi büyünle
yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin ey Mûsâ?" dedi. 58- "Biz de
mutlaka sana, o(se)nin (büyün) gibi bir büyü getireceğiz. Sen şimdi seninle
bizim aramızda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et; ne senin, ne de bizim
caymayacağımız uygun bir yer olsun." 59- "Buluşma zamanınız, süs
(bayram) günü ve insanların toplandığı kuşluk vakti olsun" dedi. 60-
Fir'avn dönüp gitti, hilesini topladı, sonra geldi. 61- Mûsâ, onlara:
"Yazık size, dedi, Allah'a yalan uydurmayın, sonra O, bir azâb ile
kökünüzü keser, doğrusu iftira eden perişan olmuştur'. " 62- (Fir'avn'in
büyücüleri) işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli konuştular. 63-
Dediler ki: "Bunlar iki büyücü, başka bir şey değil. Büyüleriyle sizi
yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu (üstün dininizi) gidermek
istiyorlar." 64- "Onun için siz hilenizi toplayın, sonra sıra halinde
gelin. Bugün üstün gelen başarmıştır." 65- Dediler ki: "Ey Mûsâ, ya sen
ilka et, yahut önce biz ilka edelim." 66- "Hayır, siz ilka
edin!" dedi. Bir de ne görsün; büyülerinden ötürü onların ipleri ve
sopaları, kendisine, gerçekten koşuyor gibi görünüyor. 67- Bu yüzden Mûsâ,
içinde bir korku duydu. 68- Biz: "Korkma, dedik, üstün gelecek sensin,
sen!" 69- "Sağındakini ilka et, onların yaptıklarını yutsun. Çünkü
onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflah
olmaz!" 70- Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: "Harun'un ve
Musa'nın Rab-bine inandık!" dediler.
8- “Âsâ
Bırakmak”
İnkarcı meliklerin mizacı, Tanrının süregelen adetine
meydan okumaktır. Nemrud’un “ben de öldürür ve diriltirim” demesi
bundandır.[62]
Aynı mizaç, bazı inkarcı meliklerde, elçilerden hârikulade şeyler
istemek şeklinde açığa çıkmıştır. Bununla alttan alta “Ben yaparım ama sen ve
Tanrın yapamazsınız” şeklinde bir delaleti vardır. Firavun da böyle yapmıştır.
O, Hz. Musa’dan, altın bilezikleri olmasını yahut meleklerin yanında
görünmesini istemiştir.[63]
Yani Hz. Musa’dan beklenen, istendiğinde yılana dönüşen bir âsâ
getirmesi değildir. Eğer yaratanın, kendi elçilerine, hârikuladelikler
ile yardım etme adeti olsaydı, bu yardımın inkarcı meliklerin istediği türden
olması herhâlde daha hikmetli olurdu. Ama böyle olmamıştır. Yaradan, âsâ
bırakma olayı ile elçisine yardım etmiştir.
Kıssada âsâyı bırakmayı anlamlandıran
sözcük l-k-y kök harflerinden oluşur. Türkçedeki telakkî ve mülâkât
kelimeleri de aynı köktendir. Bu harfler, bırakmak ve atmak anlamı verse de,
ilk anlamı ulaştırmaktır. "İlkâu kelime", sözü
ulaştırmak demektir. Nitekim bu kök, Kur'ân üslubunda da daha çok vahyi
ulaştırma anlamıyla kullanılmıştır.[64] Eğer
âsâ, bir toplumu yönetecek yasaları simgeliyorsa , bu durumda onu ulaştırmak,
onu tebliğ etmek olur. Toplum, bu mesajla bütünleştiğinde ise artık âsânın
kendisi olacaktır.
Hz. Musa, Mısır’a inecek ve âsâ ile simgelenen vahyi
yerine ulaştıracaktır. Özel müşahedede yaşananlar, doğal olarak olduğu gibi
kalmayacaktır. Nübüvvet risalete dönüşecek, ve hadîs ete kemiğe bürünecektir.
Ne var ki Hz. Musa’nın sadece âsâsı vardır. Oysa Mısırlı büyücülerin hem âsâları
hem de ipleri (hibâl) vardır.
9- Uydurmalar
İpler, kimi zaman bağlayan, kimiz aman da kurtaran şey
olur. Bu, kabileler arasındaki ahit, eman ve misaka nedenle mecaz olarak ip
(habl, hibâl) denmiştir. Kur'ân, gökten insanlara indirilen kurtarıcı yasaya
da, toplumsal sözleşme ve ahit için de ip (habl) tabir etmiştir.[65]
Bu çağrışımlarla bakıldığında, Mısırlı sihirbazların iplerinin, esir halkı
bağlama ve köleleştirme vasıtaları olduğu anlaşılır.
Sihirbazların ipleri ve asaları koşar gibi
olunca, Hz. Musa kendi âsâsının hareketinden korktuğu gibi korkar. Fakat,
kendisi âsâsını ulaştırınca durum değişir. Çünkü temessülde yılan
gördüğü şey burada açık bir ejderha (suban) ya dönüşür. Sonra da
onların yaptıklarını yutuverir. Ejderha, kadim kültürde cesaretin ve
korkusuzluğun sembolüdür. Yaptıkları şeyler de uydurma, yani ifktir.[66]
Kur’ân dilinde bunun iftiradan farkı, hakikatin çarpıtılması şeklinde
gerçekleşmesidir. Bu da görsel bir öğenin değil sözün niteliğidir.
Nitekim Hz. Musa onlara apaçık âyetleri getirince tam olarak şöyle demişlerdir:
Uydurma, sihir ve işitmek…
Asıl sihrin, sözle yapıldığı bilinen bir husustur. Bazı sözlerin kendileri
sihirdir. Sihirbaz, borçlu olduğu hâlde, büyülü konuşmasıyla kendisini alacaklı
gösteren kimsedir. Firavun'un adamları, kendilerine elçi olarak gelen iki
kardeşe sihirbaz demişlerdir. Onların temel görevi tebliğ, temel özellikleri
ise fasih konuşmalarıdır. Zaten mağlup olan sihirbazlar, o ikisinin kendilerine
illüzyon gösterdiğini değil de, tevhidi ilettiklerini açıkça dile
getirmişlerdir. Sihirbazlar, işin sonunda bunun, kendilerinin çok iyi
bildikleri gözbağcılık olduğunu değil aksine bürhân olduğunu, “Biz Musa ve
Harun'un Rabbi’ne inandık” diyerek ifâde etmişlerdir.
Evet, Kur’ân, Hz. Musa’nın âsâsının hareketlenmesine,
doğal olarak sihir demediği gibi, kelamcıların kullandığı anlamda mucize
de dememiştir. Hârikulâde anlamında acîb şey olarak da nitelememiştir.
Tabii olaylar, akli bürhanlar ve basiretler gibi “ayet” demiştir. Âsâ’nın
işleri ile beyaz el olayını, iki bürhân diye
nitelemiştir:
“İşte bu ikisi sana iki bürhân, Rabbından
Fir'avun’a ve cemiyetine. Çünkü onlar fasık bir kavm oldular.”[68]
Kısaca, temsil diliyle söylenecek olursa: Esir bir
toplum, Peygamber değneği ile "Su'bân"a dönüşmüştür. Kendilerine
telkin edilen büyülü sözleri reddederek, kölelik bağlarını içlerinden koparıp
özgür duruma gelmişlerdir. Bundan sonraki safha ise beyaz el temessülünün
tahakkukudur.
10-Beyaz El
Müfessirler, öncekilerde olduğu gibi, bu olayda da nasıl
sorularına cevap aramışlardır. Oysa asıl cevap bekleyen niçin merkezli bir
sorudur: Âsâ ejderha olduktan ve sihirbazların bütün uydurmalarını yuttuktan
sonra elin beyazlaşması acaba hangi amaca matuftur? Hangi ihtiyaç bu ikinci
ayete zemin oluşturmuştur?
El, güç ve kuvvettir. Halk katında eli olan, kıymeti
olandır. Birisinin elini koynuna sokması; kuvvet, kıymet ve mevkiini gizlemesi
anlamına gelir. Daha işin başında Hz. Musa’nın, tebliğini yumuşak sözle
yapması için uyarıldığı[69]
hatırlanırsa, elin koyna sokulmasının da özgürleştirme aşamalarında
kazanımların gizlenmesi manasına geldiği anlaşılır.
Ellerini üst üste koyanlar bir işte ittifak etmiş
olurlar. "Ellerim senin" diyen kimse, bu sözüyle kendisini teslim
etmiş olur. Sonra elini çekerse onun memluku olmaktan çıkar. Nitekim “El
çıkarma” olayı Mukaddes vadideki temessülde gerçekleşmemiştir. Oradaki üslup da
burada ete kemiğe bürününce değişmiştir:
Kur’ân, vahiy sahnesindeki kusursuz (min gayri
sû’) ifadesini, burada bakanlara (linnâzırîn) şeklinde değiştiriyor.
Orada kullanılan çıkardı (ahrece) fiilini de, burada kılıç gibi çekti, sıyırdı
(neze'a) anlamındaki kelimeyle değiştiriyor. Bundan sonra Hz. Musa’nın eli
artık hep beyazdır. Fiziksel olarak değil, bakanlar için beyazdır. Beyaz,
hakikatte siyahın ama mecazda karanlığın karşıtıdır. Beyaz, din dilinde
aydınlanma simgesidir. İnananların yüzleri ahirette beyaz olacaktır.
Peygamber’in yolu da “Gecesi bile gündüz gibi olan aydınlık (el-beyza) bir
yoldur.[71]
Bütün bunların temsildeki karşılığı ise şudur: Hz.
Musa, başlangıçta yumuşak bir üslup kullanmıştır. Kavmin ruhunda meydana gelen
inkılâp sırasında, toplumsal bir fesada öncülük etmemiş ve beklemiştir. Toplum
bir ejderha gibi hareketlendiğinde ise, elini Firavun’un ahdinden sıyırmış
ve çıkışı başlatmıştır. Artık İsrailoğullarının rehberi, Hz. Musa’nın
özgürlüğü simgeleyen beyaz elidir.
Sonuç
“İbrahim’in misafirleri” olayı da, “Musa olayı” da
Mekkî surelerde yer almıştır. Bunlarla inkarcılara anlatılanlar, olayların
mahiyeti ve oluş keyfiyeti değildir. Meleklerin mahiyeti, onların temessül
keyfiyeti, ilahi kelamın bir ağaçta nasıl yaratıldığı da değildir. Kur’ân,
anlatımı zorlaştırarak kalan boşluk, kapalılık ve zorlukları müfessirlere
havale ediyor da değildir. Kurumuş ağacın canlandırılma keyfiyetiyle, gelecek
asırlardaki tüketim bilimlerine işaret ediyor da değildir. Bunları arayan
zihinler, sonunda Hz. Musa ile Firavun arasındaki hak batıl mücadelesini
unutmaya düçar olacaklardır.
Fakat bunlar üzerinden Mekke’deki zulüm düzeninin
yıkılacağını haber vermektir. Bu haberin üslubu ve muhtevası, aynı zamanda Hz.
Muhammed’in nübüvvetidir. Ne var ki tefsir faaliyetleri, bu ve benzeri
haber, kıssa ve olayların niçin anlatıldığını unutturmuştur.
Kur’ân, toplumsal kader ilkesini konu edinerek Hz.
İbrahim’in ve Hz. Musa’nın peygamberlik haberleri üzerinden
muhataplarına mesaj vermektedir. O mesaj da şudur: cinsellikte müsrif,
kullukta mücrim, toplumsal olaylarda fâsık ve zâlim kavimler helak
edilir. Buna mukabil iman ve salah üzere bulunan aileler de bereketlenir ve
özgürleşir. Hicret öncesi Mekke’sine duyurulan da işte budur. Onlara zımnen,
“Helak, bereket ve hicret tarihi tekerrür edecek” denmektedir. Nitekim sünnetullah
gereği; hicret gerçekleşmiş, müsrif ve mücrim Mekke yönetimi aynı akıbetle
dağılmış ve iman ailesi de büyüyerek bereketlenmiştir.
Eğer ibret alınmazsa tarih yine tekerrür edecektir.
Doğrusunu Allah bilir.
02 Ekim 2011, Kartal
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder