Mele

Mele
Esigım

20 Nisan 2012 Cuma


                                 Meleil a’la nerede?


لَا يَسَّمَّعُونَ اِلَى الْمَلَاِ الْاَعْلٰى وَيُقْذَفُونَ مِنْ كُلِّ جَانِبٍ

La yessemmeune ilel meleil a'la ve yukzefune min külli canib

Onlar mele-i a'lâyı dinleyemezler, tard için her taraftan sıkıya tutulurlar. (37/Saffat/8 - Elmalılı Hamdi Yazır Meali)


مَا كَانَ لِىَ مِنْ عِلْمٍ بِالْمَلَاءِ الْاَعْلٰى اِذْ يَخْتَصِمُونَ

Ma kane liye min ılmin bil meleil a'la iz yahtesımun

" Benim mele-i a'lâya ne ilmim olurdu onlar münakaşa ederlerken? (38/Sad/69Elmalılı Hamdi Yazır Meali )



Bu konularda ilmi açıdan yeterli olmamama rağmen, işin ehli olanlarını bu konuya dikkat kesilmeleri ve meseleye yakından bakmaları ümidiyle bir şeyler araştırarak ve haddimin farkında olarak projektörümüzü meleil a’la sözcüğüne çevirdik. 

Kuran'da sadece Saffat suresi 8 ve Sad suresi 69 ayetlerde geçen meleil a’la sözcüğü neye işaret ediyor? Bir bakalım...



الْمَلَأِ الْاَعْلٰى   Meleil a’la

الْمَلَأِ Mele´sözcüğü; bir düşüncede/görüşte ve-ya inançta birleşip güzel görünümleriyle, büyüklükleriyle ve hoşluklarıyla gözleri dolduran topluluk [1]

Bir toplumda ileri gelenler, söz sahibi yöneticiler, müşavere yapan yetkin kadro, kafir kavimin ileri gelenleri, kafir kavmin önderleri ekabir takımı vb.[2]

Bundan başka " ...filan kimse, kendisini gören nezdinde büyük, muazzam biridir." anlamında" (filan kimse gözler dolusu) denir. Yapı, bünye, endam ve güzellikle dolu bir huy gibi anlamları da var[3]

 الْاَعْلٰىA’la yüce, üstün/galip, yüksek vb…[4]



Kavramsal tanımdan sonra, “Meleil a’la” nın Kuran’da hangi anlamda kullanımına geçmeden önce, bazı görüşlere yer vermeyi uygun buldum.



Fahrettinrazi

“Mele’-i a’la”

Ayetteki, "Mele-i A'lâ hakkında onlar aralarında münazara ederlerken, benim hiçbir bilgim yoktu" ayetine gelince, bil ki Allah Teâlâ mükellefleri, bu dört meselede ihtiyatlı olmaya teşvik etmiş ve şu açılardan bu teşviki pekiştirmiştir:

a) Bunlardan herbirisi "en büyük haber"dr. Büyük haberde ise, ihtiyatlı olmak gerekir.

b) Mele-i A'lâ, bu hususta pekişmişlerdir. Bu konuda söylenenlerin en güzeli, bunun Cenâb-ı Hakk'ın ''(Allah) ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dedi. (Melekler) dediler ki: "Orada fesad çıkaracak ve kan dökecek kimse mi yaratacaksın? Hâlbuki biz, seni hamdile tesbih ediyor ve takdis ediyoruz." (Allah) dedi ki: "Ben, sizin bilmediğinizi biliyorum"(Sakara.30) ayetinde beyan edilen husus olmasıdır. Bu, şu manayadır: O melekler, "İnsanlar, şehvetlerini yerine getirmekle meşguller iken (ki bu husus ayette, "Orada fesad çıkaracak..." ifadesiyle anlatılmaktadır) ve öfkelerini uygulamakla meşguller iken, (ki bu da ayette "kan dökecek kimse" ifadesiyle anlatılmaktadır) biz ise, seni hamdinle teşbih ederken, insanın yaratılmasında hangi hikmet ve fayda vardır?" demek istemişlerdir. Bunun üzerine Allah Teâlâ da, "Ben, sizin bilmediğinizi biliyorum" diyerek cevap vermiştir.

En iyisini Allah bilir ya, bunu şu şekilde izah ederiz: Aklın yaptığı taksimata göre mahlûkat dört kısma ayrılır:

a) Kendilerinde akıl ve hikmet bulunup, nefs ve şehvet bulunmayan varlıklar. Bunlar, sadece meleklerdir.

b) Kendilerinde nefis ve şehvet bulunup, ilim ve hikmet yer almayanlar. Bunlar, hayvanlardır.

c) Bu iki kısımdan uzak olan varlıklar. Bunlar, cansız varlıklardır.

d) Bu taksime göre geriye dördüncü bir kısım kalır. Bu da, kendisinde bu iki hususun birlikte bulunduğu varlıklardır. Bunlar İnsanlardır. İnsanın yaratılış maksadı, cehalet, taktid, tekebbür ve temerrüd (inad) değildir. Çünkü bütün bunlar, hayvanların ve yırtıcı hayvanların sıfatlarıdır. Aksine insanın yaratılış maksadı, ondan ilim, hikmet ve taatın zuhur etmesidir.[5]



Taberi tefsiri

“Mele’-i a’la”

69- Yüce varlıklar birbirleriyle münakaşa ederken benim onlar hak­kında hiçbir bilgim yoktur.

70- Bana ancak benim apaçık bir uyarıcı olduğum vahyolunuyor.

Ey Muhammed, kavminden, senin peygamber okluğunu ve senin getirdi­ğin şeylerin yalan olduğunu söyleyen müşriklere de ki: "Bu Kur'an büyük bir haberdir. Fakat sizler ondan yüz çeviriyorsunuz ve onunla amel etmiyorsunuz. Onun delillerini düşünüp öğüt almıyorsunuz. Ey Muhammed, yine kavminin müşriklerine de ki: "Bana vahiy gönderilmeden önce yüce varlıklar olan melek­lerin, Adem'in yeryüzüne halife olarak gönderilmesindeki tartışmalarına dair hiçbir bildiğim yoktu. Bunları rabbim bana vahiyle bildirdi. Benim size bunlan bildirmem, Kur'anın Allah tarafından gönderilmiş olduğuna dair apaçık bir de­lildir. Çünkü sizler de Kur'an inmeden önce, benim bu hususlarda herhangi bir bilgimin olmadığım çok iyi biliyordunuz.

*Bu izahtan da anlaşıldığı' gibi âyette zikredilen "Yüce varlıklardan maksat, meleklerdir. Onların tartışma konulan, Hz. Âdem'in nefis sahibi bir be­şer olarak yeryüzüne halife olarak gönderilmesidir. Bu husus başka bir âyet-i kerimede şöyle ifade edilmektedir. "Bir zaman rabbin meleklere: "Ben yeryü­zünde bir halife yaratacağım." demişti. Melekler de: "Orada bozgunculuk yapa­cak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Halbuki biz seni överek teşbih edi­yoruz ve tenzih ediyoruz." dediler. Allah da onlara: "Şüphesiz ki ben, sizin bil­mediklerinizi bilirim." dedi[6].



El-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an imam kurtubi

“Mele’-i a’la”

"Onlar birbirleri ile tartışırlarken benim Mele-i A'la'ya dair bir bilgim yoktur" buyruğunda sözü geçen "Mele-i A'la" İbn Abbas ve es-Süddî'nin açık­lamasına göre meleklerdir. Onlar Âdem (a.s) yaratıldığında durumu hakkın­da tartışmışlardı ve: "Orada bozgunculuk yapacak... bir kimse mi yaratacak­sın?" (el-Bakara, 2/30) demişler, İblis de: "Ben ondan hayırlıyım." (el-Araf, 7/12) demişti. İşte bu, Muhammed (sav)'ın Âdem ve diğerlerinin kıssaları hak­kında haber verdiğini açıklamaktadır. Böyle bir şey ise ancak ilâhi bir te'yi-din varlığı ile mümkün olabilir, düşünülebilir. O halde bu yolla onun doğ­ru söylediğine dair mucize de ortaya konulmuş olmaktadır. O halde peygam­berin doğruluğunu bilmek için Kur'ân'ın üzerinde gereği gibi düşünmekten ne diye yüz çevirdiler? İşte bundan ötürü (bu buyruklar) yüce Allah'ın: "De ki: O büyük bir haberdir. Siz ise ondan yüz çevirmektesiniz" buyruğu ile bitişik gelmiştir.

İkinci görüşü Eşheb, el-Hasen'den rivayet etmektedir. el-Hasen dedi ki: Rasulullah (sav) buyurdu ki: Rabbim bana sordu ve dedi ki: Ey Muhammed! Mele-i A'la da neyin hakkında tartışmışlardır? Ben: Keffaretler ve dereceler hakkında dedim. Keffaretler nedir? diye sordu. Ben: Yürüyerek cemaat na­mazlarına gitmek, soğuklarda iyice abdest almak, bir namazı kıldıktan son­ra diğer namazı beklemek suretiyle ardı arkasına mescidlere gitmektir. Pe­ki dereceler nedir? diye sordu. Ben: Selamı yaymak, yemeği yedirmek ve in­sanlar uykuda iken geceleyin namaz kılmak dedim." Bu hadisi bu manası ile Tirmizî, İbn Abbas'tan rivayet etmiş ve hakkında garib bir hadistir demiştir. Muaz b. Cebel'den de rivayet etmiş olup: Bu hasen, sahih bir hadistir demiş­ttir hadisi "Kitabu'l-Esna fi Şerhi Esmaillahi'l-Hüsna" adlı ese­rimizde bütünüyle kaydettik ve açıklanması gereken yerleri orada açıkladık, yüce Allah'a hamdolsun.

Daha önce de Yâsîn Sûresi'nde (36/12. âyet, 2. başlık ve devamında) mes-

cidlere yürüyerek gitmeye, atılan adımların kötülüklere keffaret olup dere­celeri yükselttiğine dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır.

Âyet-i kerimede sözü edilen "Mele-i A'la"nın melekler olup "tartışırlar­ken" lafzındaki zamirin iki ayrı fırkaya ait olduğu da söylenmiştir. Bununla da aralarından: Melekler Allah'ın kızlarıdır diyenler ile melekler (Allah'tan baş­ka kendilerine) ibadet edilen ilâhlardır diyenler kastedilmektedir.

Buradaki Mele-i A'la'nın Kureyşliler olduğu da söylenmiştir. Bununla onların kendi aralarındaki tartışmaları kastedilmiş olmaktadır. Allah da pey­gamberini bu tartışmadan haberdar etti.

"Bana, ben ancak apaçık bir korkutup uyaran olduğum için vahyolu-nuyor." Yani bana ancak korkutup uyarmam (inzar) vahyediliyor, demek­tir.

Ebu Cafer b. el-Ka'ka, " Ancak" lafzındaki ikinci hemzeyi kesreli olarak okumuştur. Çünkü vahiy de bir söz (sözden sonra gelen "elif, nun"un elifi esreli okunur)dür. Sanki şöyle demiş gibidir: Bana deniliyor ki: Sen an­cak apaçık bir uyaransın.

Bu hemzeyi üstün okuyanlar ise, ref konumunda kabul ederler. Çünkü meçhul bir fiilin ismi (naib-i faili, sözde öznesi) olmaktadır.

el-Ferra dedi ki: Şöyle demiş gibidir: Bana ancak korkutup uyarmak vah-yolunuyor. en-Nehhas dedi ki: " Ancak... için" anlamında nasb ko­numunda olması da mümkündür. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.[7]




“Mele’-i a’la”

Onlardan bir grup fırladı: "Yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir." (Sâd: 38/6)

Kavminden ileri gelenler dediler ki: "Biz seni açık bir sapıklık içinde görüyoruz!" (A'râf: 39/60)

O(şeyta)nlar mele-i a'lâyı (yüce melekler topluluğunu) dinleyemezler; her yandan kendilerine (ışınlar atılır). (Sâffât: 56/8)

Mele' aynı düşüncede olup, görünüş ve heybet bakımından göz dolduran cemâat demektir. Mele'-i a'lâ (yüce topluluk) da gök ehli, meleklerin ve yüce ruhların oluşturduğu topluluktur. Yere karşılık olarak gök halkına mele-i a'lâ denmiştir. Sözgeliminden mele-i a'lâ'nm, Allah'ın, meleklerin ve yüce ruhların bulunduğu meclise dendiği anlaşılır. İşte Yüce topluluk tartışırlarken (arala­rında) neler geçtiği hakkında bir bilgim yoktu." (Sâd: 38/69) âyetinde, o mecliste geçmiş bir tartışmanın, elçi olarak görevlendirilen Hz. Muhammed'e vahyedildiği anlatılmaktadır. Yine sözgeliminden, bu tartış-manın, Sâd: 38/71-85. âyetlerde anlatılan tartışma olduğu anlaşılmaktadır.

Mele' kelimesinin geçtiği diğer âyetler: A'râf: 39/ 66, 75, 88, 90, 109, 127; Nemi: 48/29, 32, 38; Kasas: 49/20, 28; Hûd: 52/27; Yûsuf: 53/43; Mü'minun: 74/24, 33; Bakara: 92/246. [1]


"O(Kur'â)nı şeytânlar indirmedi, bu onlara yaraşmaz ve zaten yapa­mazlar da. Çünkü onlar (meleklerin sözlerini) işitmekten uzaklaştırılmış­lardır." (Şu'arâ: 47/210-212) âyetinde cinlerin yüce topluluğu dinleme imkânından soyutlandıkları, o makamdan uzaklaştırıldıkları anlatılmak­tadır.

"Andolsun biz gökte burçlar yaptık ve onu bakanlar için süsledik ve onu her kovulmuş, taşlanmış şeytândan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden olursa onu da parlak bir ışın kovalar." (Hicr. 54/16-18)

"Biz en yakın göğü bir zinetle, yıldızlarla süsledik. Ve onu itaat dışına çıkan her türlü şeytândan koruduk. Onlar yüce topluluğu dinle­yemezler; her yandan kendilerine ışınlar atılır. Kovulurlar. Onlar için sürekli bir azâb vardır. Yalnız (yüce topluluktan) bir söz kapan olursa, onu da delici bir ışın izler." (Sâffât: 56/6-10)

"Andolsun biz en yakın göğü lambalarla süsledik ve onları şeytânlar için taşlamalar yaptık, onlara çılgın ateş azabını da hazırladık!" (Mülk:77/5)

Rücûm: Recm'in çoğuludur. Recm: taşlamak, kovmak, kendisiyle taş atılan araç, öldürmek anlamlarına gelir. Mülk Sûresi'nin beşinci âyetinde göğü süsleyen yıldızların, şeytânları taşlama, kovma aracı yapıldığı vurgu­lanmaktadır. Yıldızların kendileriyle değil, saldığı ışınlarla şeytânlar ya­kılır, onların gök ehlinden haber çalmaları önlenir. Allah, dünyaya en yakın göğü yıldızlarla süslemiş ve onu Allah'ın emrine başkaldıran, söz dinlemez şeytânlardan korumuştur. Şeytânlar (kötü cinler) yüce topluluğun sözlerini işitemezler. Yüce topluluğun konuşmalarını işitmek için çabala­yan, onlara kulak kabartan şeytânların üzerine ışınlar atılarak meleklerin sözlerini duymalarına engel olunur. Kur'ân, şeytânların üzerine salınan ışınlara şihâb demektedir.

Şihâb kayan yıldız gibi görünen şeydir. Işığı ile karanlığı deldiği için şihâb-ı sâkıb ve necm-i sâkıb denilir. Şihâb-ı sâkıb, ışığı ile göğü delen çok parlak şihâb (kıvılcım, ışın) demektir. "Ancak kulak hırsızlığı yapan olursa onu da apaçık bir şihâb izler" âyeti de gök halkından haber çalmaya kalkışan şeytânların, salınan ışınlarla kovalanıp yakılacak­larını bildirmektedir.

Şihâblar yıldız değil, küçük cisimlerdir. Şihâblardan çıkan ışık, bun­ların atmosfer tabakasıyla sürtünmesinden oluşur. Ancak âyetlerde şey­tânları izleyip yakan ışık, güneş çevresinde dönen küçücük cisimler değil, mele-'i a'lâ'dan şeytânların üstüne salınarak onları yakan ma'nevî ışın (nur) olmalıdır.

Gök taşları da gezegenler arası uzaydan yere düşen taş veya maden parçalarıdır. Bunlar dünyanın çekim alanına girince, Dünyânın üstüne doğru düşmeğe başlar. Atmosferden geçerken sürtünmeden ötürü şihâb gibi yanar. Bir kısmı da yere düşer.

Eskiden gök taşları için kullanılan "Akan yıldız" veya "Kayan yıldız" gibi deyimler, bugün astronomlarca kullanılmaz. Bunun yerine yalnız gök taşlarından söz edilir. Gök taşlarının atmosferden geçerken sürtünme­den doğan ışık olaylarına genel bir deyimle meteor denilir.

Ayrıca şeytânlar, âhirette de sürekli azâb içine atılırlar. Âyetlerden, şeytânları kovmak üzere üstlerine salınan ışınların, onları çılgın alev gibi yaktığı anlaşılmaktadır. Onları izleyip yakan bu ışın azabından ayrı olarak onlara, cehennemde de çılgın alev azabı vardır. Şeytânlar gök haberlerini çalmağa çalışınca üzerlerine salınan yıldız ışınlarıyla kovulurlar. Ruhsal varlıklar olan cinlerin, kendilerinden daha üstün olan melekler toplu­luğundan haber çalması mümkündür. Cinlere atılan kıvılcımlar, meteor taşlarının hava ile sürtünmesinden çıkan ışıklar değil, onların yüceler âlemine yaklaşmalarını önleyen nurlardır. Bunlar, maddi gözle görülemez. İnsan duyularının uzanamayacağı ruhsal konularda akıl yürütmelerle hü­küm vermek doğru olmaz.[8]











Melei-a'la il ilgili görüşler 1)Göklerdeki melekler 2) Allah'a en yakın olan melekler 3) Adem'in yaratılışını sorgulayan melekler 4) Kureyş'in ileri gelenleri





Göklerdeki melekler, Allah’a en yakın olan melekler ve Âdem’in yaratılışını sorgulayan melekler, Olabilir mi?

Öncelikle bu görüşler bizim melek kavramından anladıklarımızla uyuşmuyor, melek kavramına getirdiğimiz tanım; Kısaca Kuvvet, Yönetim gücü, elçi ve haber verici, ayetler ve evrenin işleyiş yasaları, fizik kuralları, yapılan her türlü amelin karşılığı, Allah’ın taktir ettiği kader, Allah’ın sünneti, yaratıklar üzerinde iş ve oluşun uygulanışı vb… Allah’ın ayetleri, Allah’ın iş ve oluşu gerçekleştirdiği yasaları. Kozmik akışta trafiği sağlayan her türlü kaderin, sünnetin, yasanın ve kuralın adıdır.



Sad suresi 69,70 ayetlerde "Melei al’a tartışırlarken neler geçtiği hakkında bir bilgim yoktu." "Ben ancak apaçık bir uyarıcı olduğum için bana vahyediliyor." Buyruluyor, eğer meleklerin Allah’ın yapacakları hakkında bilgileri varsa, daha önce adem hakkında neden bir bilgileri yoktu?

“Bir zamanlar Rabbin meleklere: "Ben yeryüzünde bir halife atayacağım," demişti. "Orada bozgunculuk yapan, kan döken birisini mi halife atayacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz?" dediler. Ben sizin bilmediklerinizi bilirim," dedi”. 2/30

Melekler bilen bir topluluk olsaydı böyle sorarlar mıydı? Saffat 8 ayete getirilen yorumlarda sanki melekler gaybı biliyormuş gibi, oysa gaybı Allah’tan başka kimse bilemez.



Kur’an’da iki yerde geçen melei-a’la sözcüğü kureyş’in ileri gelenleri olabilir mi? Her iki ayette de bu manada geçmesi mümkün değildir, bu çok zorlama ve sorunlu bir yorum olur, peygamberin vahyi alarak öğrendiği şeyin kureyş’in ileri gelenlerinin aralarında görüştüğü şeyin olması imkânsız bir şeydir. Kureyş’in konuştuğu konuları o kabilede yaşayan biri olarak Muhammed (a.s) bilmemesi olası değildir, zaten ayetlerin sıyakı ve sıbakı buna müsait değildir.



Kur’an’da iki yerde (Saffat/8 ve Sad/69) geçen melei-a’la kavramının, bir birine yakın iki anlamı olduğunu düşünüyorum.

Benim bu konu’(MELEİ-A’LA) da ki Kuran’dan anladığım ise; belli bir ilim seviyesi, hikmeti kavrama derecesi, yüksek seviye makamı’mahmud ve bu seviyeden olanlar topluluğu, ilim meclisi, âlimler topluluğu vb…

Saffat 8 de geçtiği haliyle belli bir ilim seviyesi, hikmeti kavrama derecesi, yüksek seviye makamı’mahmud vb…

Saffat suresi 8. Ayette geçen male-i’ala

Onlar ne kadar çırpınsalar da o yüce konseyi (ilimde derinleşme/rasihun derecesini) dinleyemezler. Ve her taraftan atışa tutulurlar; (Saffat/8)

Aşağıdaki alıntıladığım ayetler sanırım bu konuya ışık tutacaktır. Cahillerin, şeytanların (ki soyut bir kavramdır), ulaşacağı derece değildir.

Gerçeği görmek, basiretli olmak Allah’tan korkmakla olur.

İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak bilginler, Allah'tan (gereğince) korkar. Şüphesiz Allah daima üstündür, çok bağışlayandır. (FATIR/28)

Burada da görülüyor ki ancak Allah’tan korkanlar görür, bilir, anlar, dinler ve ulaşırlar, art niyetli şeytanlar ulaşamaz.

Ey inananlar, Allah'tan korkarsanız O size iyi ile kötüyü ayırdedici bir anlayış verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allâh büyük lutuf sâhibidir. (ENFÂL/29)

O'ndan başka yalvardıklarınız ise, ne size yardım edebilirler, ne de kendilerine yardım ederler. Onları hidayete çağırırsanız, işitmezler. Onların sana baktıklarını sanırsın, oysa onlar görmezler. Affı al, iyiliği emret, cahillere aldırış etme. Ne zaman şeytandan bir kötü düşünce seni dürtüklerse, Allah'a sığın; çünkü O, işitendir, bilendir. Allah'tan korkanlar, kendilerine şeytandan gelen bir vesvese dokunduğu zaman düşünür, (gerçeği) görürler. Kardeşleri ise onları, azgınlığa çekerler, hiç yakalarını bırakmazlar. Onlara bir ayet getirmediğin zaman: "Bunu da derleseydin ya!" derler. De ki: "Ben, ancak Rabbimden bana vahyolunana uyuyorum. Bu (Kur'an), Rabbinizden gelen basiretler(gönül gözlerini açan nurlar, gerçeğe ileten kanıtlar)dır ve inanan bir toplum için yol gösterici ve rahmettir!" (A'RAF/197-203)

Kendileri inkâra şartlanmış olanlar gerçeği işitseler de, gerçek bütün çıplaklığıyla etraflarında da olsa, ulaşamaz duyamazlar.

Kur'an okuduğunda seninle, ahirete inanmayanlar arasına gizli bir perde çekeriz. Kalpleri üzerine onu anlamaları için kabuklar geçiririz, kulaklarına da bir ağırlık koyarız. Rabbini Kur'an'da yalnız Kur'an'da andığın zaman, nefretle geriye dönüp kaçarlar.(İsra/45,46)

Sad 69 da geçtiği haliyle de “Toplumun bilenleri/âlimleri” şeklindedir.

“Yüce konseyin kendi aralarındaki tartışmalarından, benim hiçbir ilmim/bilgim yoktur. (Sad/69)

Bu ayette geçen mesele, özellikle Kur’an’ın henüz inmediği dönemlerde şekillenmiş ehli kitaptan ilim sahibi, toplumun değer verdiği ve sık sık Resulullah’a soru gönderen ileri gelenler olma olasılığı çok yüksek.

Sad suresini incelediğimizde! “Zikir (öğüt) aramızdan onun üzerine mi indirildi?” ”Nuh’un kavmi, Ad, kazıklar sahibi Firavun, Semud, Lut’un kavmi ve Eyke ashabı…” “Davud’u hatırla” “Süleyman’ı da bahşettik Kulumuz Eyyüb’ü de hatırla!” “İbrahim’i, İshak’ı ve Yakub’u da hatırla!” “İsmail’i, Elyasa’yı, Zü-l Kifl’i de an”. “Hepsi de hayırlı kimselerdendir” vb… Resulullah’ın daha önce bilmediği kısalardan bahsetmekte ve “bana bu vahiyle bildirilmektedir, yoksa ben nereden bileceğim. Sizde biliyorsunuz ki benim mele-i’al (ehli kitap bilginlerinin) aralarında bahsettiği kıssalardan geçen konuşma/tartışmadan hiçbir bilgim yoktur.” Denildiğini anlamaktayım.

Kur’an’a baktığımızda bazı sorulara/iddialara cevaplar verildiğini; “Muhammed bunları birilerinden öğreniyor”, “öğrenim görmüş bir deli”, “bir topluluk da kendisine yardım ediyor” ve “öncekilerin (ehli kitabın) masalları” vb… gibi sorular olduğunu görmekteyiz…

Biz onların, "Ona bir insan öğretiyor!" dediklerini biliyoruz. Hak'tan saparak kendisine yöneldikleri adamın dili a'cemi (yabancıdır, açık değildir), bu ise apaçık Arapça bir dildir. (NAHL/103)

İnkâr edenler: "Bu, yalandan başka bir şey değildir. (Muhammed) onu uydurdu, başka bir topluluk da kendisine yardım etti." dediler ve kesin bir haksızlığa ve iftiraya vardılar.

Dediler: "Evvelkilerin masalları, onları yazmış, sabah akşam onlar kendisine yazdırılıyor." De ki: "Onu, göklerdeki ve yerdeki gizleri bilen indirdi. O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir. (Furkan/4-6)

"Bunu (bu aktarılan tarihsel tartışmayı) o uydurdu" mu diyorlar? (Ey Muhammed) De ki: "Onu ben uydurmuş isem, suçumdan ben sorumlu olacağım ve sizin işlediğiniz suçlarla da benim bir ilişkim yok." (Hud/35)

Sonra ondan yüz çevirdiler ve, "Öğrenim görmüş bir deli!" dediler. (Duhan/14)



(Ey Muhammed) Bunlar sana vahyettiğimiz, görünmez âlemin haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye (kur'a) oklarını atarlarken sen onların yanında değildin; birbirleriyle çekiştikleri zaman da sen yanlarında değildin. ( Ali-imran 44

Bu ayetlerin de yardımıyla şunu anlıyoruz ki Sad 69 da geçen mele-i’ala o toplum tarafından bilinen bilgin/âlim kimselerdi.

Özetle: Kur’an’da iki yerde (Saffat/8 ve Sad/69) geçen melei-a’la kavramının, bir birine yakın iki anlamı olduğunu, belli bir ilim seviyesi, hikmeti kavrama derecesi, ilimde derinleşme ve yükselme seviyesi ve bu seviyeden olanlar topluluğu, ilim meclisi, âlimler topluluğu vb…

Saffat 8 de geçtiği haliyle belli bir ilim seviyesi, hikmeti kavrama derecesi, yüksek seviye makamı’mahmud vb…

Sad 69 da geçtiği haliyle de “Toplumun bilenleri/âlimleri” şeklindedir.

En doğrusun bilen ancak Allah’tır.





[1] Müfredat Ragıp el-isfahani çeviri Yusuf TÜRKER pınar yayınları sayfa 1393
[2] 2/246, 7/60,66,75,88,90,109,127, 11/27, 23/33, 28/20,38
[3] Müfredat Ragıp el-isfahani çeviri Yusuf TÜRKER pınar yayınları sayfa 1394
[4] 16/60, 20/68, 30/27, 37/8, 38/69, ayrıca 3/139, 42/32
[5] Razinin sad suresi 69. Ayetin açıklaması
[6] Taberi tefsiri sad suresi 69. Ayetin açıklaması
[7] El-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an imam qurtubi sad suresi 69. Ayetin açıklaması
[8] Prof. Dr. Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, Küba Yayınları: 13/152-154. Süleyman ATEŞ

6 Eylül 2011 Salı

İbrahim’in Misafirleri




                                 “hel etâke”


Giriş

Bir ayette, Hz. Musa’nın, asasını bırakınca ince bir yılan (cânn) gibi hareketlendiği,[1] başka bir ayette kıvrak bir yılan (hayye) olduğu,[2] bir başka ayette ise açık bir ejderha (su’bân) olduğu beyan edilmiştir.[3] Kur’ân’ın bu beyanları, genelde şu iki sorunun doğmasına sebep olmaktadır. O âsâ, bu üçünden hangisi olmuştur? Kuru ağacın, hayvana dönüşüp hareketlenmesi nasıl izah edilebilir? Hz. İbrahim’in misafirleri, Hz. Davud’un davacıları, er-Ruh’un Hz. Meryem’e görünmesi ve Kur’ân’da ifade edilen daha birçok meseleden benzer soruların doğması muhtemeldir.



Bilindiği gibi; klasik dönem müfessirlerinin bu tür sorulara cevapları genelde “mucize” anlayışı çerçevesinde odaklanmıştır. Bu “mucizeli” izahları ikna edici bulmayan alternatif düşünmeler ise geçmişte kimi zaman “zındıklık” olarak nitelenmiş, kimi zaman da değersiz izahlar olarak kayda geçirilmiştir. Oysa neredeyse üzerinde ittifak edilen bu “mucizeli” izahlar yanında, ilahi sünnet değişmezlik vahyetmektedir. Tabiattaki ayetler, sürekli adet telkin etmektedir. Temkin yasaları ibadullaha genelliğini ilan etmektedir. Kaldı ki aşağıda ele alacağımız veçhile; mucizeli izahlarda, Kur’ân mesajının vazettiği bazı ilkeler çiğnenmekte, ilahi metnin dili ve üslubu açısından ortaya çıkan bazı teknik sorunlar örtbas edilmekte ve tedebbür gereksiz görülmektedir.



İşte bu nedenlerle; işaret ettiğimiz mucizeli anlatımlara alternatif bakışlar günümüzde teceddüt etmiştir. Ancak vahyin nüzul atmosferine ve metne uzaklık, gelenekte kemikleşen kanaatlere cevap verme gayreti ve çağdaş zihinlere izah çabası gibi unsurlar hesaba katılırsa, bu yenilenen bakışlarda denge sorunu yaşanmasının doğal olacağı kabul edilmelidir. Nitekim öyle de olmaktadır. Bu bakışlarda da, kimi zaman geçmişte ittifakla “mucize” olarak algılanan bir meselenin, “temkin” yasalarına mutabık yeni izahı bulunduğunda hemen kabullenilmekte, ama izahında zorlanılan bir meselede hemen “mucize” kabulüne dönülerek tam bir tutarsızlık sergilenmektedir. Kimi zaman mesajın, metnin ve aklın ilkeleri zorlanmakta, kimi zaman mucizeleştirmeye konu olan birçok bölüm masal ve mitos dili ile izah edilmektedir.[4] Bu arada en ilginç olanı ise metnin söz akışının ve Dil’in iç kurallarının zorlanmasıdır.



Hz. İbrahim’in, misafirlerine ikram ettiği şeyin kızarmış buzağı değil de buzağı heykeli olduğunun ileri sürülmesi böyledir. Hz. Musa’nın yaptıklarının mucize olamayacağına göre ancak sihir olabileceği şeklindeki yorumlar da bu türdendir. İşaret ettiğimiz bu iki bakışı, kayda değer bulmadığımız için üzerinde de durmayacağız. Ancak arayış içinde olanlara alternatif olması umuduyla; Hz. İbrahim’in misafirleri ile Hz. Musa’nın asası meselesine, geleneğimizde bilindiği hâlde günümüzde üzerinde durulmayan bir pencereden bakmak istiyoruz.



A- Melekler

1- Allah’ı Aciz Bırakamazsınız

Kur’ân-ı Kerim, Allah’ın kavli ile fiili arasında nitelik ayrımı yapmaz. “O’nun kavli, fiiliyle ilgilidir” demek bile Kur’ân üslubu açısından sorgulanması gereken bir söz olur. Çünkü “Ol der ve olur”un anlamı,[5] O’nun kavlinin, bizzat fiili olarak tezahür etmekte olduğudur. Vahiy de böyledir. Vahiy, indirilme safhasında Cebrail’in kavlidir. Bu safhada yaratıcıdır. Karşı konulamaz. Peygamberlerin kalbinde, kelamı kendisi inşa eder. “Temizlerden (melekler) başkası el süremez.”[6] Beşerî kalıplara dökülünce yaratılmış olur. Artık kelam, kelime olmuştur. Bu nedenle, tekvini olana da tenzili olana da kelime denmiştir. Allah’ın kelimeleri aynı karakterdedir. Birbirine müteşâbih, birbiriyle uyumlu ve çelişkisizdir. Kelimelerden oluşan kevni ve tenzili ayetler de böyledir.



Kelime ve ayetlerin karakteri, melekilik üzere bulunmaktır. Onlarda tebdil, tağyir ve mahv bulunsa da bu dönüşümler ilkelidir. Sadakat, adet, uyum, belirlenmişlik, kitabilik ve değişimsizlik esastır. Hiç bir varlık halkî ve meleki tabiatın dışına çıkamaz. Âdemin hilafeti de, evrendeki bu halki ve meleki okumalardan edineceği ilimle imkân bulmaktadır. Allah’ın kelimelerinde; bir kez bile şeytanet, tefâvüt, infitâr, intisâr ve fütûr olsaydı, insan asla ilim elde edemezdi.



Kur’ân üslubuna muvafakatle söylenecek olursa; Allah’ın kelimeleri bitmez. Yani zatı gibi kelimeleri de kuşatılamaz. Söz gelimi, yerçekimi, O’nun hem kavlî ve hem de fiilî kelimesidir. Yerçekimine zıt olan kaldıran kuvvetler de, O’nun kavli ve fiili içinde, kuşatılamazlığını bir kat daha artırır. O’nun işleri böyle paradoksal görünse de anlaşılabilirdir. Çünkü özünde çelişkisizdir. Kurallı ve geneldir. Değişmez bir adet üzeredir. Zaten Allah’ın âdetinde ihtilaf olduğunu düşünmek, kavlinde de ihtilaf bulunduğunu sanmak olur. O’nun fiilinde çelişkiler olabileceğini düşünmek, bazı sözlerinde de çelişki olabileceğini düşünmek olur. Tabii işleyişte kitabiliğin olmadığını düşünmek, onları oluşturan emirlerin kitabının bulunmadığını iddia etmek olur. O’nun, insanı aciz bırakan işlerinde âdetini aciz bırakan mucize aramak, emir ve yasaklarında ilkeleri yok sayan hüküm aramak olur. Bu da Allah’ı aciz bırakmaya çalışmak (mu’âcizîn) ile aynı anlama gelir.



Nitekim “Allah'ı acze düşürme” anlamı veren bu kelime ile “mucize” aynı köktendir. Ancak anlam kazandıkları yerde, biri “Allah’ı acze düşürmek” diğeri de “insanı acze düşürmek” olmuştur. Kur’ân, mucizeyi hiç kullanmadığı hâlde yirmiden fazla yerde “Allah’ın acze düşürülmesi”nden bahis açmıştır:

“Siz, yeryüzünde (O'nu) aciz bırakamazsınız.”[7]



Bu konudaki ayetlerin konusu tabiat mıdır yoksa vahiy midir? Yani Allah’ın aciz bırakılmaya çalışıldığı ayetler nesnel midir yoksa sözel midir? Bu tayin edilmemiştir. Aslında bunu aramaya gerek de yoktur. Çünkü O’nun işi, sözünün aynıdır. O’nun işine nankörlük etmek, sözüne nankörlük etmektir. Âdetini yalanlamak, adaletini yalanlamaktır.



2- Ma’kûlât Hazreti

Varlıkların görülene ve görülemeyene doğru akışları izlenebilmektedir. Suyun buhara buharın suya dönüşmesi gibi fizikseldir. Aynaya bakan kişinin suretiyle olan ilişkisi de, canlı yayının ekrandaki görüntüyle olan ilişkisi de böyledir. İzlenebilir, tekrarlanabilir ve geneldir. Temiz havadaki bir çiçekten yayılan rayiha gibi bazı dönüşümler görülemese de durum yine aynıdır. Fiziksel şartlar birleşince görüntüler ve kokular var olmakta, bu imkânlar yok olunca görüntüler ve kokular da yok olmaktadır. Gıdaların cana dönüşümü de bundan çok farklı değildir. Can gıdalarla vardır, gıdalar yok olunca can da yok olur.



Ne var ki canın bedensel faaliyetleri göründüğü hâlde, dimağda oluşturduğu faaliyetler görünmemektedir. Hâfıza, hayal, idrak, irâde, muhâkeme, kuşku, inkâr, iman ve onlarla ilgili pek çok faaliyet duyular üstü kalmaktadır. İnsan ruhunun; hulûlî mi yoksa zuhûrî mi, a’razî mi yoksa cevherî mi olduğu tartışmasına girmeden şunu söyleyebiliriz. Kur’ân’da; Âdem’e üflendiği belirtilen ruh ile, ona vahiy getirdiği ifade edilen er-ruh, ma’kûlat hazretindedir. Aralarındaki iletişim de istendiğinde tekrarlanabilir, izlenebilir ve genel değildir. Kur’ân’da kendilerine iman edilmesi istenen mukarrabûn, kirâmen katibîn ve arşın etrafındakiler gibi (ulvî) melekler de böyledir.



Acaba bu meleklerin kendileri görünür mü?



Ahirete inanmayanlar; Hz. Muhammed’in doğruluğunu kabul etmeye gerekçe olması için kendilerine gökten melek indirilmesini talep ederler. Bununla da yetinmez, Allah'ın görünmesini isterler. Kur’ân onlara şu cevabı verir:



“Büyüklendiler; büyük azgınlık ettiler. Melekleri görecekleri gün, işte o gün, günahkârlara hiçbir sevinç haberi yok!”[8]



Vahye inanmayanlar, bizzat vahiy meleğini istemekle kendilerini peygamberlere denk görmüşlerdir. Hatta kendilerini, "Beni göremeyeceksin" fermanına muhatap olan Peygamber’den üstün görmüşlerdir.[9] Oysa çelişki içindedirler. Körün rengi görmek istemesi gibi, inkâr ettikleri ma’kûlü görmek istemişlerdir. İmkânsızın peşindedirler. Böyle yapmakla, nübüvveti kabul etmeye değil, aslında reddetmeye gerekçe aramışlardır. Nitekim Kur’ân, onlara elçi olarak bir meleğin gelmesinin ve kendilerine görünmesinin imkânsızlığı sadedinde şöyle demiştir:



“Onu bir melek yapsaydık bir adam yapardık da düştükleri şaşkınlığa onları yine düşürmüş olurduk.”[10]



Bunun anlamı şudur: Onlara vahiy değil de bizzat melek gelseydi, onu zaten göremeyeceklerdi. Eğer o melek, adama dönüşmüş olsaydı, o zaman da insanlardan farkı kalmayacaktı. Aslında onlar, olmayacağına inandıkları şeyi istiyorlardı.



Yukarıdaki ayetlerden; vahiy meleğinin münkirlere görünmeyeceği doğrudan anlaşılabilir. Onun bir kitle tarafından görülemeyeceği de dolayısıyla çıkarılabilir. İkinci çıkarımı, aşağıdaki ayet de teyit eder:



“Allah onun kalbine sekinetini indirmiş ve onu görmediğiniz orduyla desteklemişti.”[11]



Bu ayette melekeler, görülmeyen ordular şeklinde nitelenmiştir. Acaba bu “görmeme” durumu, mümin kitleleri de kapsar mı? Aslında müminlerden, melekleri görme taleplerinin geleceğini düşünmek anlamsızdır. Çünkü ml’minler açısından melekler, görmenin değil, imanın konusudur.[12] Nitekim Kur’ân da böyle bir talepten söz etmemiştir. Kaldı ki bir ayette; sahabenin, kendilerine yardım eden binlerce meleği görmediğinden de bahsetmiştir:



“Allah, Resulünün ve müminlerin üzerine sekinetini indirdi ve görmediğiniz ordular indirdi.”[13]



Yani müminler de kendi kalplerine güzel duygular telkin eden, düşmanlarının kalplerine korku salan binlerce meleği görememiştir. İşte bu, ayetlerden, (ulvî) meleklerin görülmedikleri kanaati doğar. Daha doğrusu, bu ayetlerden anlaşılan, kitlelerin melekleri asıl mahiyetleriyle göremeyecekleridir.



Fakat acaba onlar istedikleri bir şekle bürünüp de görünebilir mi?



3- Cibrîl Görünür mü?

Yukarıdaki ayetler, meleklerin birçok insana birden görünmelerini olumsuzlamaktadır. Bu durumda Cibril’in, sahabeye içlerinden bazıları suretinde göründüğü şeklindeki haberleri tavzihe muhtaç görmek gerekir. Bu konudaki haberler, “elçiyi eğer melek yapsaydık onu bir adam yapardık” ayetinin, delalet etmediği mana ile tefsiri gibidir.



Bu konuda tavzihe muhtaç daha önemli bir husus ise Kur’ân’a isnat edilen, Hz. Muhammed’in iki defa Cibrîl'i gördüğü şeklindeki yorumlardır.[14] Diğer yandan, Allah’ın ruhu’nun, Meryem’e bir insan şeklinde göründüğü, bizzat Kur’ân’da açıkça beyan edilmiştir. Buradaki ruh, müfessirlerin cumhuruna göre Cibril’dir.[15] Yine Hz. İbrahim’in Allah’ın elçilerini gördüğü bizzat Kur’ân’da beyan edilmiştir ki Müfessirlere göre, İbrahim ve eşinin, Lut ve eşinin, hatta inkârcı kavmin müşahede etmiş[16] olduğu bu elçiler, aralarında Cibril’in de bulunduğu meleklerdir.



Bu çıkarımlar, insanın metafizik öğeleri görememesi gerçekliği ile çelişmez mi? İnkârcı bir kitle, sahabenin göremediklerini görmüş müdür? Eğer evetse bu imkân bugün de devam etmekte midir? Eğer melekler, insan kılığında görünebiliyorlarsa, hayvanların suretlerinde de görünemezler mi? Bu tür kabuller, toplumları hurafelere sevk edip bilimde kuşkuya vesile olmaz mı? Bu soruları, Kur’ân’da anlatılan İbrahim’in misafirleri olayını esas alarak cevaplandırmak istiyoruz.



B- Hadîs’u İbrahim

4- Müjde Getiren Elçiler

İbrahim’in misafirleri olayı, en geniş şekliyle Hûd Suresinde yer alır. Bu bölüm şöyledir:



“69- Elçilerimiz İbrahim'e müjde getirdiler: "Selâm!" dediler. O da "Selâm!" dedi. Çok durmadan hemen kızarmış buzağı getirdi. 70- Ellerinin buzağıya uzanmadığını görünce durumlarını beğenmedi ve onlardan ötürü içinde bir korku duydu. "Korkma, dediler, biz Lût kavmine gönderildik." 71- Ayakta durmakta olan karısı güldü, biz de ona İshâk'ı müjdeledik, İshâk'ın ardından da Ya'kub'u. 72- "Vay dedi, ben bir koca karı, bu kocam da bir pir iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şeydir!" 73- Dediler ki: "Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizdedir ey ev halkı! O, övülmeğe lâyıktır, iyiliği boldur." 74- İbrahim'den korku gidip kendisine sevinç gelince Lût kavmi hakkında bizimle tartışmağa başladı. 75- Çünkü İbrahim, gerçekten halimdir, içlidir, Rabbine yalvarandır. 76- "Ey İbrahim, dediler, bundan vazgeç. Zira Rabbinin emri gelmiştir, mutlaka onlara geri çevrilmez azap gelecektir!'[17]



Bölümün başındaki; “Elçilerimiz İbrahim'e müjde getirdiler” ifadesi, olayın mukaddimesi ve başlığı gibidir. Çünkü “Selamlaşma” bile bundan sonra gelmektedir. Ayrıca Hz. İbrahim’in onları ağırlamak için yemek getirmesi de bundan sonradır. Demek ki bu safhada onların melek olduğunu bilmemekte, tam birer insan olarak görmektedir. Kur’ân okuyucusu, onların müjde getiren melekler olduğunu bilse de, Hz. İbrahim henüz bunun farkında değildir. Nitekim onların yemediklerini görünce endişelenmeye başlamıştır. Bunun üzerine misafirler, “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” demişlerdir. Bu arada İbrahim’in karısının ayakta durduğu ifade edilmektedir. Bu değininin sebebi ise açık değildir. Sonra da güldüğü dile getirilir. Bu gülüşün de sebebi ve niçin zikredildiği de belirsizdir. Daha sonra ona İshak ve Yakup müjdelenir. Aslında Yakup oğul değil torundur. Burada torunun oğulla birlikte anılışının münasebeti de kapalıdır. Daha sonra ev halkına, “siz” hitabıyla rahmet dilenir. “Siz” zamiri ise dil açısından erildir. Belli ki bu muhataplar arasında Hz. İbrahim de vardır. Zaten bundan sonra, ondan korkunun gittiği, kendisine sevinç geldiği ve Lut kavmi hakkında mücadeleye başladığı belirtilmiştir.



Şimdi bu hususların üzerinde düşünmeyi biraz tehir ederek olayın devamına bakalım:



5- Elçilerin Lut’a Gelişi

Hz. İbrahim’le ve eşiyle ilgili anlatım biter bitmez elçilerin Hz. Lut’a gidişleri ve daha sonra olanlar şöyle ifade edilir:

77- Elçilerimiz Lût'a gelince onlar yüzünden kaygılandı, onlar için arşını daraldı. "Bu, çetin bir gündür!" dedi. 78- Daha önceden kötü işler yapan kavmi de koşarak ona geldiler: Ey kavmim, dedi, işte kızlarım, onlar sizin için daha temiz! Allah'tan korkun, konukla­rımın içinde beni rezil etmeyin! İçinizde aklı başında bir adam yok mu sizin?" 79- Dediler ki: "Senin kızlarında bizim bir hakkımız olmadı­ğını bilmişsindir. Ve sen bizim ne istediğimizi de pekâlâ bilirsin". 80-"Keşke sizi savacak gücüm olsaydı yahut da çok sarp bir kaleye sığınabilsem!" dedi. 81- (Melekler) dediler ki: "Ey Lût, biz senin Rabbi’nin elçileriyiz. Onlar sana asla dokunamazlar. Gecenin bir kısmında aileni yürüt; içinizden, karından başka hiç kimse geri dönüp bakma­sın. Çünkü ötekilerine erişen (azap) ona da erişecektir. Başlarına gele­cek azap zamanı sabah vaktidir. Sabah da yakın değil mi?" 82- Emri­miz gelince oranın üstünü altına getirdik; üzerine de taş yağdırdık: ça­murdan pişmiş, hazırlanmış, istif edilmiş, 83- Rabbinin katında işa­retlenmiş (taşlar). Bu, zâlimlerden uzak değildir.”



Bu hadisenin buradaki ve başka surelerdeki anlatımları üzerine çok şey söylenmiş ve yazılmıştır. Ama hiç birisi; misafirlerin gerçek insanlar olduklarını, İbrahim’in onlara yemek değil de altından buzağı heykeli takdim ettiklerini, hediye kabul etmediklerini görünce de onlardan korktuğunu söyleyecek kadar densiz olmamıştır. Bu, en hafif ifadesiyle dile ve metne iftiradır. İbrahim’in misafirlerine “yemez misiniz” şeklindeki hitabının, hediyeyi kabul etmeyen misafirlerine “kabul etmez misiniz” dediği manasına geldiğini düşünmek de akıllara zarardır.



Oysa misafirlerin gelecek olaylara ve ilahi kudrete elçilik yapması ve olayların anlatımında izlenen bazı sıradışılıklar, onların Kur’ân dilindeki melekler olduğunu sarahatle göstermektedir.



6- Olayın Şeması

Mealini verdiğimiz bu anlatım, Kur’ân’da, üç yerde daha parçalar halinde tekrarlanmaktadır. Onlardan birisi en kısa olanıdır. Burada, ilk anlatımın çatısına uygun şekilde, olayın sadece başı ve sonu hatırlatılmıştır.[18]



Diğer bir bölüm ise, ilk anlatımın tam bir özetidir. Yine olay yukarıdaki şemaya uygun olarak hülasa edilmiştir.[19]



Üçüncü bölüm de aynıdır. Buradaki terk fark Hz. İbrahim’in kendisiyle ilgili müjdenin genişletilmiş olmasıdır.[20]



Şimdi burada şu soruya cevap aramamız gerekiyor. Acaba bütün bu fragmanlarda neden Hz. Lut, Hz. İbrahim’le beraberdir?



Evet, Hz. Lut, Hz. İbrahim’in kardeşinin oğludur. Ancak onların bu anlatımdaki birlikteliğinin sebebi akrabalıkları olamaz. Çünkü İbrahim, iman akrabalığını kan ve zürriyet akrabalığına tercih eden bir isimdir. Olaylarının birleştirilme sebebi, o ikisine aynı elçilerin gelmesi de olamaz. Çünkü o elçilerin âdeti zaten budur.



7- Tek Olay

Bu anlatımın iki yarısının da, merkezinde Hz. İbrahim vardır. Olayın iki yarısının şemalarındaki mütekabiliyet buna işaret etmektedir. Birinci kısmının şeması şöyledir:



1- Mukaddime.

2- Hz. İbrahim’in korkusu.

3- Misafirlerin Hz. İbrahim’i teskin edişleri.

4- Müjdeler. (Hanıma müjde verilişi ve İbrahim’e bereket müjdesi.)

5- Hz. İbrahim’in Lut kavmi helak edilmesin diye mücadele vermesi.

Olayın ikinci kısmının şeması ise şöyledir:

1- Mukaddimeye karşı Elçilerin Lut’a gelişi.

2- Hz. İbrahim’in endişesine karşı, Lut’un endişesi.

3- Elçilerin İbrahim’i teskin edişine karşı, Lut’un kendi kavmini teskin etmeye çalışması.

4- Hz. İbrahim ve eşine çocuk müjdesine karşı, Lut ailesine necat ve eşine ve kavmine helak müjdesi.

5- Hz. İbrahim’in kavim hakkındaki mücadelesine karşı kavmin helak edilmesi.



İşte, şemasını çıkardığımız bu iki yarıya Kur’ân ortak bir isim vermiştir:

“İbrahim'in şerefli misafirlerinin haberi sana geldi mi?”[21]

“İbrahim'in misafirlerinden onlara haber ver.” [22]



Bu, oldukça düşündürücü bir husus olmalıdır. Çünkü bu adlandırmalardan sonra her iki bölümde de, olayın iki yarısı da tam olarak anlatılmıştır.



Bu iki bölümü bütünleştiren ve tek olay telakki edilmesi gerektiğini gösteren diğer bir husus da, olayın ta başında misafirlerin Hz. İbrahim’e “Korkma biz Lut kavmine gönderildik!” demeleridir. Onlar “Korkma biz meleğiz!” dememişlerdir. “Korkma sana müjde getirdik!” de dememişlerdir. Daha İbrahim’e ve eşine çocuk müjdesi vermeden “Lut kavmine gönderildik!” demişlerdir.



Demek ki Lut’a gidişin bizzat İbrahim’e gelişle bir bağlantısı söz konusudur. Daha doğrusu elçilerin Hz. Lut’a gidişleri, Hz. İbrahim’e gelişlerinin devamıdır. Lut kavmiyle ilgili haber, aslında rehberleri olan İbrahim’e gönderilmiştir. Olay bütündür. Bu bütünlüğün temelinde, Lut’un, İbrahim ailesinden oluşu bulunmaktadır. Nitekim Lut’un eşi ve kavmi helak olacak ama İbrahim’in eşi zürriyeti bereketlenecektir. Kurtarılacak olan Lut ailesidir ama büyüyecek olan onun bağlı bulunduğu İbrahim’in ehlidir.



Bu anlatımın iki yarısını bir bütün olarak düşünmemizi gerektiren hususlardan birisi de, insanların görmesinin ve meleklerin görünmesinin mâhiyetiyle ilgilidir. Nitekim bu hususa yukarıda işaret etmiştik. İnsanın görmesi, fiziksel dönüşümlere ayarlıdır. Gördüğü şeyler de ölçülür ve yinelenirdir. Ayrıca sonucu da genel olur. Sahibini evrensel bilgiye götürür. Oysa metafizik varlıklar, ölçülür ve tecrübe edilir değildir. Ulvi ve semavi melekler görünmezler. O zaman onlarla ilgili bir sonuç da genel olmayacaktır. Bu nedenle, mer’î olanların görünmesi umumi ise de gayr-i mer’î olanların görünmesi ferdî olmak durumundadır. Sadece sahibini özel bir bilgiye ulaştıracaktır.



O zaman misafir elçiler olayının, Hz. İbrahim’le başlayan ve onda biten ferdi bir rüyet şeklinde gerçekleşmiş olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Elçiler önce İbrahim’e değil sadece ona gelmişlerdir. Bu hususta, fiziksellik ayarlarının değiştiği uykuda bizim için yeterli deliller bulunmaktadır.



8- Rüya; Görme

Çok insan rüya görür. Bu rüyalarda fiziki kurallar aşılmaktadır. Nitekim kendi bedenlerini, uykuda uçarken görebilen çok kimse vardır. Aile efradının o kişiye uçarken eşlik etmiş olması da mümkündür. Ancak; aynı rüyayı, aynı detaylarla, aile efradının her birinin eş zamanlı olarak görmeleri duyulmamıştır. Böyle bir şey olası da değildir. Çünkü her ferdin cinsi, yaşı, ihtiyacı, özlemi, ideali, inanç düzeyi, kültürü, bilgisi, hayal kuvveti ve ruhi tekâmülü diğerinden farklıdır.



Tuzlu peynir yiyen birisinin rüyasında su görmesi sıradan bir durumdur. Tuzlu yiyecekle rüyada görülen su arasındaki ilişkinin fiziksel olduğu düşünülebilir. Rüyasında uçtuğunu gören kimsenin, uyuyan bedeni ile uçan görüntüsü arasında da fiziksel bir ilişki ihdas edilip psikolojik bir durum olduğu düşünülebilir. Lakin maddi sebeplerin hiç müessir olmadığı, arızi psikolojik durumla hiç alaka kurulamayan, tamamen ayrı bir ruhsal cevherle gerçekleşen rüyalar da insanlığın marufudur. Çoğu zaman gelecekten haber taşıyan bu rüyalar, Jung’un, başka bir kaynaktan geldiğini ve insanı yücelttiğini söylediği rüyalardır.[23] Eski Ahit ve Yeni Ahit gelenekleri de bunun tanıklarıdır.[24]



Eski dünyanın algısına göre, rüyada görülenler, gerçekleşmeyecek şeyler değildir. Bu nedenle rüyalara, günümüzde olduğundan çok daha fazla değer verilmiştir. Kadim Arapçada, uyanıkken görme ile rüyada görme için aynı kök harfler kullanılır. Ra’â fiili, hem fiziksel görme için hem de rüyada görme için ortak kullanılmıştır.[25] Bazı haberlerde; müminin rüyası, peygamberlikten bir cüz,[26] peygamberliğin kırk altıda biri olarak nitelenmiştir.[27] Rüya’nın sıra dışılığına Kur’ân-ı Kerim de tanıklık etmektedir. Kur’ân dilinde uyku durumuna menam, düşlere hulm, karışık düşlere edğâs, gelecekten haber taşıma değeri olan görmelere ise rüya denmiştir.[28] Rüyanın benzerlerinden farkı, geleceğe ait haberler taşıması nedeniyle tevilinin yapılması gerektiğidir. Hz. Yusuf’u zindandan kurtaran da rüyaların tevil ve tabirini bilmesidir.[29]



9- Temessül; Görünme

Kur’ân, mahiyeti açısından rüyadaki görmenin nesnesi durumunda olan görünmeden de söz etmiştir. Bu da temessüldür. Kelimenin kökü m-s-l dir. Kur’ân, benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan söze mesel der.[30] Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan heykele timsal der.[31] Benzeri ile arasında fiziksel bir bağ bulunmayan ma’kûlâta ise temessül der. Böyle bir olay Hz. Meryem için gerçekleşmiştir:



“Ona ruhumuzu gönderdik ve ona tam bir beşer olarak temessül etti.”[32]



Burada, Rûh (Cibrîl)’un görülme olayına temessül denmiştir. Çünkü mesel ve timsal gibi onun da cevheri ile görünmesi arasında fiziksel bir bağ yoktur.



Bu durum, tıpkı Bilge’nin iki denizin birleştiği yerde, Hz. Musa’ya temessül edip de, hayatının tevilini üç meselede kendisine öğretmesi gibidir.[33] Bunlar elbette ferdî ve özel müşahedelerdir. Çünkü temessül, duyuların değil ruhun işidir. Ruh’un ruhta var edilmesidir. Bu var etme genel değil özeldir. Yani melek sadece Meryem’e temessül etmiştir. Hz. Musa’ya temessül olayında da fetâsı yanında yoktur. Bu tür olaylar doğal olarak iman ve inkâra açık olur. O zaman meleklerin, temessül yoluyla görülebileceğini kabul etmenin işi safsataya götüreceği şeklindeki bir kaygı da yersiz ve anlamsız olacaktır.



Ayrıca temessülde de, rüyadaki öznenin müşahede ettiği şeyleri yadırgaması gibi, yadırgamalar olmaktadır. Nitekim Hz. Meryem de, Hz. Musa da gördüklerini yadırgamışlardır. [34] Çünkü bu görmeler çoğu zaman olaylardaki âdete ve eşyanın tabiatına aykırı olarak gerçekleşmektedir. Bu nedenle de tabir edilmesine ihtiyaç duyulmakta ve tahakkuku beklenmektedir.



Bizce; Hz. İbrahim’in misafirlerinin gelişlerini yadırgadığı olay da, rüyadaki görme ve temessül gibi, gelecekten haber taşıyan bir nübüvvet olayıdır. Tevili ve tahakkuku ayrıdır.



Bu tespitimizin delillerinden birisi de Kur’ân’daki hadîs (çoğulu ehâdîs) kelimesidir.



10- Hadîs; Vahiy, Haber

Arapçada uyanıkken olsun, uyurken olsun, kulak yoluyla olsun vahiy yoluyla olsun, insanın mülâkî olduğu sözlere ehâdîs denmiştir.[35] Bu kelime; söylence, haber, her türlü söz ve ilahi kelam anlamlarında Kur'an’da kullanılmıştır.[36] Kelimenin bunlardan ayrılmayan daha özel manası ise şu ayettekidir:



"Rabbin seni seçecek ve sana ehâdîsin tevilini öğretecek.”[37]



Buradaki ehâdîs, rüya vasıtasıyla alınan haberlerdir. Başka bir anlatımla, bu hadîsler Hz. Yusuf’un tevilini bildiği rüya haberleridir. Bu tür haberler, geleceği bu­günden bildirmekte, zamanı aşmakta ve metafiziğin fizikten önce olduğunu ispat etmektedir.



İşte burada dikkat çekici bir hususla karşılaşmaktayız: Misafirler olayını, rüyada görünenlere benzetmiş ve bu nedenle tevil edilmesi gerektiğini söylemiştik. Şimdi de rüyada görünenlere ve tevil edilmesi gerekenlere Kur’ân’ın hadîs dediğini görüyoruz. Bu durum, konumuz açısından gerçekten çok dikkat çekicidir. Çünkü Kur’ân-ı Kerim, dört kez tekrarladığı Misafirler olayında gerçekleşenlere de hadîs demektedir:



“İbrahim'in şerefli misafirlerinin hadîsi sana geldi mi?”[38]



Önceki ayette ehâdîs, tevili yapılması gereken haberlerdir. Sonraki ayette ise hadîs, elçilerin Hz. İbrahim’e ulaştırdığı haberdir. O zaman şu tespitimiz bir kez daha teyit edilmiş olmaktadır: İki ayrı kıssa olarak okuduğumuz misafirler olayı aslında ferdi bir görme, burada alınan haberler de tevili yapılması gereken bir hadîstir.



11- Hadîsler Tevil Edilmelidir

Rüyalardaki haberler, her zaman şimdiye ve buraya ait olmaz. Onlar çoğu zaman öznenin mazisine, beklentilerine, ideallerine, ruh hâline ve nefsî kemaline aittir. Bir peygamber söz konusu ise daha da hususiyet arz eder. Ne var ki özne, fiziksel hayatla ve şimdiyle sınırlıdır. Bu nedenle geçmiş, gelecek ve gayb haberleri, ancak onun bildiği nesneler üzerinden verilebilir. Artık yapılması gereken; öznenin ihtiyaçlarına, eğitimine, kültürüne, tecrübelerine ve ruhi tekâmülüne göre o nesnelerin tevil edilmesidir.



Yani hadîsler’in fizikileştiren tefsiri değil tahkikine yönelen tevili gereklidir.



O zaman, misafirler olayını tefsir etmek için gerekçe yapılan şu sorular ehemmiyetini yitirecektir. Meleklerin sayıları üç müdür, on üç müdür? Onlar hangi meleklerdir? Bir haberi vermek için neden çok sayıda gelmişlerdir? Neden yemeyecekleri bir yemeğin gelmesini beklemişlerdir? İbrahim’e müjde vermeye geldikleri hâlde niçin onu korkutmuşlardır? Çocuk müjdesini İbrahim’e mi yoksa eşine mi vermişlerdir? Hanımı neden ayakta durmaktadır? Niçin gülmüştür? Yaşlı bir adamın ve kısır kadının çocukları nasıl olacaktır? Müsrif kavmin erkekleri de melekleri görmüşler midir?



Bu ve benzeri sorulara tefsir yoluyla cevap aramak anlamsızdır. Aslında o cevaplarda isabet etmek de imkânsızdır. Çünkü bu, tevil edilmesi ve tahakkuku beklenmesi gereken bir hadîs’tir. Tevilin ilk adımı ise, yukarıdaki soruların geri plana ittiği şu düşünme noktasıdır: İbrahim ve eşinin çocuk sahibi olmalarının, Lut kavminin helak edilmesinin, Lut ailesinin kurtarılıp karısının geride bırakılmasının, bunların her birinin dini anlatım açısından yalnız başına hiçbir değeri yoktur. Ancak hepsi bir arada bir değer ifade edecek, o zaman hepsi de müjde olarak nitelenebilecektir.



12- Müjdeler; Zürriyet, Nübüvvet ve Helak

Dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, doğum yapacak kadının adı yoktur. Ama henüz doğmamış oğlunun adı vardır. Gülen kadının oğluna gülmek mastarından yapılmış kelime(nin İbranice telaffuzu) ile İshak denmiştir. Bundan daha garibi ise çocuğu henüz doğmamış kadına, torununun kendi adıyla müjdelenmesidir. Ona da takip mastarından alınmış bir kelimeyle Yakup denmiştir. (Rivayetlere göre kadın bu torununu dünya gözüyle görememiştir.) Bütün bunlardan anlaşılan şudur. Bu, salt bir doğum müjdesi değil, zürriyet müjdeleyen bir haberdir.



Yine dikkat edilirse, hadîs’in bütün fragmanlarında, Hz. İbrahim’e müjdelenenler arasında oğlunun adı yoktur. Bu elbette önemlidir. Çünkü İbrahim gülmemiştir. Fakat çocuktan “alîm” niteliği ile bahsedilmiştir.[39] Çünkü İbrahim’in kendisi de nübüvvetiyle ilim simgesidir. Nitekim torunun da adı anılmamış, ondan hiç bahsedilmemiştir. Bu çok daha önemlidir. Çünkü iman çizgisi için bu şart değildir. Bu üslubun da zürriyet müjdesinden ziyade, nübüvvete işaret eden bir beşaret olduğu gayet açıktır.



Bu durumda kadına verilen haber, İsrail oğullarının müjdesi ise de, Hz. İbrahim’e verilen haber aynı zamanda İsmail oğullarının beşaretidir. Ancak Elçilerin İbrahim’e getirdiği haber sadece bu kadar da değildir. Beşaretler, müsrif kavmin helaki ile tamamlanmaktadır.



Hadîs’in bütün fragmanlarına dikkat edilirse, Lut kavmine, yukarıdan işaretlenmiş siccilden taşlar ve tînden taşlar gönderileceği bildirilmiştir.[40] Ancak bu, Hz. İbrahim’e temessülde verilen hadîsin lafzıdır. Tevili ve tahakkuk etmiş şekli değildir. Bunlar elbette farklı olacaktır. Nitekim o kavim, üzerine bir fırtına ve yıkıcı bir yağmur gönderilerek helak edilmiştir. Bunu bizzat Kur’ân dile getirmiştir:



“Onların üzerlerine bir fırtına gönderdik.”[41]

Yine hadîs’in lafzına göre Hz. Lut, misafirlerini kurtarmak için “İşte size kızlarım!” demiştir.[42] Başka bir bölümde de “Yapacaksanız işte kızlarım!” demiştir.[43] Kavmin erkekleri ise “Ne istediğimizi bilirsin!” şeklinde itiraz etmişlerdir. Bu diyalogdan elbette Hz. Lut’un temiz kadınları, müsrif erkeklere takdim ettiği anlaşılamaz. O erkeklerin meleklere saldırdıkları anlamı da çıkarılamaz. Çünkü bunlar, hadîs’in lafzıdır. Bunlar Hz. İbrahim’in temessülde müşahedesidir. Aslında bunlar simge sözlerdir. Sahiplerinin hayallerini, inançlarını, ideallerini ve hayat tarzlarını simgelemektedir. Tevili yapılması ve tahakkuku beklenmesi gerekir. Gerçek hayatta da kuşkusuz süregelen peygamberlerin temiz nikâh sünneti şeklinde tahakkuk etmiştir.



C- Hadîs’u Musa

1- Mukaddes Vadide

Hz. Musa’nın değneğinin Kur’ân’daki en uzun anlatımı, Tâhâ Suresi’ndedir:

10- Hani o, bir ateş görmüştü de ailesine: "Siz durun, ben bir ateş gördüm, belki ondan size bir kor getiririm yahut ateşin yanında bir yol gösteren bulurum" demişti. 11-Ateşin yanına gelince kendisine: "Ey Mûsâ!" diye seslenildi. 12- "Ben, (evet) Ben senin Rabbinim! Pabuçlarını çıkar. Zira sen, Kutsal Vadide, Tuva’dasın." 13- "Ben seni seçtim, şimdi vahyolunanı dinle." 14- Muhakkak Ben, (evet) Ben Allah’ım; Benden başka Tanrı yoktur. Bana kulluk et ve beni anmak için namaz kıl." 15- "(Kıyamet) saat(i) mutlaka gelecektir. Herkesin, peşinde koştuğu işlerle cezalanması için nerdeyse onu gizleyeceğim." 16- "Ona inanmayıp keyfine uyan kimse, seni ondan alıkoymasın, sonra helak olursun!" 17- " Sağındaki nedir ey Mûsâ?" 18- "O, âsâmdır, dedi, ona dayanıyorum ve onunla davarıma yaprak silkeliyorum ve onda benim daha birçok ihtiyaçlarım var." 19-(Allah) buyurdu: "Yere at onu ey Mûsâ!" 20- (Mûsâ) Onu attı, bir de ne görsün, o, koşan kocaman bir yılan! 21- (Allah): "Al onu, dedi, korkma biz onu yine ilk durumuna sokacağız." 22- "Elini (sol) yanına sok; bir hastalık olmadan, ayrı bir ayet olarak bembeyaz bir durumda çıksın " 23- "Ki sana en büyük ayetlerinden bazılarını göstermiş olalım " 24- "İmdi sen Firavun'a git; çünkü o azdı."



2- Olayın Şeması

Bu olay, Kasas suresinde tekrarlanır. Burada Hz. Musa’nın; ateş gördüğü yere, ailesini ısıtmak için gittiği; amacının bir haber veya kor getirmek olduğu, kendisine bir ağaçtan seslenildiği, âsâsının da ince ve beyaz bir yılan (cânn) gibi hareketlendiği yer alır.[44] Buradaki tekrar, aşağı yukarı aynı kelimelerle bir kez daha Neml Suresinde yinelenmiştir.[45]



Mukaddes vadideki bu olay, Kur’ân’da toplam üç kere anlatılmıştır. Sebebini daha sonra izah edeceğimiz bazı kelime farklılıkları dışında, bu üç bölümün de çatısı aynıdır. Anlatının ortak şeması ise şöyledir:



1) Hz. Musa bir ateş görür.

2) Ehlini bırakıp bir kıvılcım ve haber getirme veya onlara rehber bulma amacıyla o ateşe gider.

3) Orada bir ağaçtan, kendisine vahyedilir.

4) Bir emir üzerine asasını bırakır, ince bir yılan gibi hareketlendiğini, gayretli bir yılan olduğunu görünce korkar.

5) Kusursuz şekilde beyaz çıkması için elini cebine sokması ve yanlarını kendisine çekmesi emredilir.



Son iki maddeye konu olan şeyler benzeşmektedir. Bu benzeşme noktası da fevkalade dönüşümdür. O zaman yukarıdaki şemayı; ateş, kıvılcım, vahiy ve dönüşüm olarak birer kelimeyle özetleyebiliriz. Acaba vahiy bağlamındaki; ateş ve kıvılcım nedir? Bunu, dördüncü maddedeki dönüşümler üzerinden düşünmek istiyoruz.



3- “Hadis’ü Musa”

Bu üç bölümün Kur’ân-ı mübindeki söz akışından açıkça anlaşılacağı üzere, Hz. Musa Mukaddes vadidedir. Henüz Mısır’a inmemiş ve risalete başlamamıştır. Firavun ve sihirbazları yanında yoktur. İsrail oğulları da yoktur. Hatta ailesinden (ehlinden) de uzaklaşmış durumda ve tek başınadır. Yani bu olayın tanığı sadece Hz. Musa’dır. Bu, kelimenin tam anlamıyla nübüvvet olayıdır. Bir temessüldür. Hz. İbrahim’in misafirleri olayındaki gibi özel bir müşahededir. Nitekim o gördüklerini yadırgayıp korktuğu gibi, Hz. Musa da yadırgamış ve korkmuştur. Hz. İbrahim’le ilgili olaya hadîs dendiği gibi, bu olay da hadîs[46] ve hadis’ü Musa şeklinde nitelenmiştir:



“Musa’nın hadis’i sana gel(me)di mi? Hani Rabbi Mukaddes Tuvâ vadisinde ona nida etmişti.”[47]

“İbrahim’in misafirleri” örneğinde hadîslerin tevilinin yapılması gerektiğine, tahakkuklarının da farklı cereyan edebileceğine işaret etmiştik. Hadisu Musa için de durum aynıdır.



4- Sağındaki Ne!

Mukaddes vadide, Hz. Musa’ya “O elindeki ne” denmemiş, fakat “O sağındaki ne?” denmiştir. Burada kast edilen her ne kadar sağ el ise de, el kelimesinin çağrışımları başka, sağın çağrışımları başkadır. Kur'ân üslubunda sağ (yemîn); kuvvetin, hakkın (hikmet ve adaletin) geliş yönüdür. Kitap yazma cihetidir.[48] Hz. Musa'ya seslenilen ağacın bulunduğu yer de mukaddes vadinin sağ kıyısıdır.[49] Kur'ân, peygamberlerden birisi, Allah'a iftira edecek olsaydı "sağından yakalanırdı” demektedir.[50] İşte “O sağındaki ne!” ifadesi bu çağrışımlarla birlikte düşünülmelidir.



Diğer yandan şuna da dikkat edilmelidir. Bu soru, iki kısa fragmanda yer almamıştır. Sadece olayın genişçe anlatıldığı bölümde verilmiştir. Vahyedilen şeylerden sonra sıra bu soruya gelmiştir. Bu durum, onun sağındaki şeyin, vahyedilenlerle vücut bulduğuna delalet etmektedir.



Bu çağrışım ve siyaktan sonra şuna da dikkat edilmelidir. “O sağındaki ne?” sorusunun cevabı, tek kelime ile “âsâ” olmamıştır. Bu soru üzerine, âsânın işleri sıralanmıştır. Ayrıca soru metni, o nesnenin "ne" olduğunu zaten belirlemektedir. Kalemini göremediği için aranan birisine, "O önündeki ne!" demek gibi yol gösterilmiştir. Diğer yandan, “O” sözcüğünün Arapçadaki karşılığı olan tilke lafzı, Kur'ân üslubunda on küsur yerde ilahi mesajı nitelemektedir.



İşte bütün bu hususlar, temessüldeki âsânın, temsil dilinde vahyi simgelediğini, onun hareketlerinin de vahyin hareketlerinin anlatımı olduğunu düşündürmektedir.



5- Âsânın Hareketleri

Âsâ, gerçek hayatta, güdülenleri bir araya getirme ve yönlendirme aracıdır. Eğer bir sürünün yönetilmesinden söz ediliyorsa, doğal olarak çoban ve onun değneği akla gelir. Ama eğer toplum yönetiminden söz ediliyorsa, o zaman lider ve âsâsı akla gelir. Âsâ, kadim Mısır krallarında olduğu gibi, kadim geleneklerde melikiyet simgesi olmuştur. Hz. İsa’nın da eline değnek verildiği ve “İşte melikiniz” denerek onunla alay edildiği nakledilmiştir.[51] Liderin elindeki âsâ, topluma ruh verecek olan yasaların simgesidir. Bu nedenle Arapça’da, mecaz olarak yönetilenlere de âsâ denmiştir. Kadim İbranicede de matteh sözcüğü, hem değnek, hem de kabile ve şahıs anlamına gelmektedir.[52] Bu durumda; peygamber, toplum ve tebliğ bağlamındaki âsânın, vahyi simgelediğini düşünmek kaçınılmaz olur.



Hz. Musa’nın yaşadığı olayda yanılgılara sebep olan şeylerden birisi, âsânın yılana dönüşüm ve hareketleridir. Burada, sözü anlama yerine arama hastalığına tutulmuşlara öncelikle şunu hatırlatmamız gerekir. Kur’ân, hiçbir ayette, âsânın cânn’a (ince-beyaz bir yılana) dönüştüğünü söylememiştir. Ama kıvraklıkta onun gibi göründüğünü belirtmiştir.[53] Yılana dönüşümü niteleyen kelime ise hayye (yılan)dır.[54]



Cânn, öldürmesinden sakınılan intikamcı yılandır. Hayye ise yılanların genel adıdır. Mecaz olarak deha sahibi ve cesur kimse için de kullanılır.[55] Temsil dilinde ise sihirden etkilenmeyen düşmandır.[56] Bu temsillerle; ilahi yasalara kavuşacak olan esir İsrail oğullarının, Firavun’un zulüm düzeninde düşmanlık edici, sinsi ve gayretli bir türe dönüşeceğinin haberi verilmektedir. Yeşil ağaçtaki ateş ilahi vahyin simgesi ise, kuru âsâdaki canlanma da birşeyin simgesi olmalıdır. Bu, top yekun Mısır’da meydana gelecek inkılabın, Risalet’ten önce Hz. Musa’ya müjdelenmesi olayıdır.



6- Amaç Neydi?

Hz. Musa Mukaddes vâdiye niçin gitmişti? Orada âsâsı niçin hareketlenmişti. Elini koynuna sokup da beyaz çıkarması neye yarayacaktı? Olayın en uzun anlatımının yer aldığı bölümden okumaya devam edelim:



25- (Mûsâ) "Rabbim, dedi, benim göğsümü aç (gönlümü geniş yap)." 26- "Bana işimi kolaylaştır." 27- "Dilimden şu düğümü çöz," 28- "Ki sözümü anlasınlar' 29- "Bana ailemden bir vezir ver" 30- "Kardeşim Harun'u." 31- "Onunla arkamı kuvvetlendir," 32- "Onu da işime ortak yap," 33- "Ki seni çok tesbîh edelim," 34- "Ve seni çok analım." 35- "Şüphesiz sen, bizi görmektesin." 36- (Allah) dedi: "Ey Mûsâ, istediğin sana verildi." 37- "Zâten biz sana bir kere daha lütuf ta bulunmuştuk." 38-" (Sen doğduğun zaman) annene vahyedileni vahyetmiştik:" 39- " 'Onu sandığa koy, suya at; su onu sahile bıraksın; onu benim de düşmanım, onun da düşmanı olan biri alacaktır.' Gözümün önünde yetiştirilmen için senin üzerine benden bir sevgi koydum." 40- "Kızkardeşin, gidip 'ona bakacak birini size göstereyim mi?' diyordu. Böylece seni annene geri verdik ki gözü aydın olsun, üzülmesin. Sen, bir de adam öldürmüştün, o zaman da seni tasadan kurtarmış ve seni iyice denemiştik. Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra -alâ kaderin- geldin ey Mûsâ!" 41- "Seni kendim için yetiştirdim." 42- "Sen ve kardeşin, âyetlerimi götürün, beni anmakta gevşeklik etmeyin." 43- "Firavun'a gidin, çünkü o azdı." 44- "Ona yumuşak söz söyleyin, belki öğüt alır veya korkar." 45- ''Dediler ki: "Rabbimiz, onun bize taşkınlık etmesinden yahut iyice azmasından korkuyoruz." 46- "Korkmayın, dedi, ben sizinle beraberim, işitir ve görürüm." 47- "Haydi, varın ona deyin ki: 'Biz senin Rabbinin elçileriyiz; İsrail oğullarını bizimle gönder, onlara azâbetme. Biz Rabbinden sana bir âyet getirdik. Esenlik hidâyete uyanlaradır. 48- Bize, yalanlayıp yüz çevirenin, azaba uğrayacağı vahyolundu."



Kırkıncı ayette, metnin aslındaki “alâ kaderin” deyimini aynen yazdık. Üstat Süleyman Ateş, o deyimi “takdir ettiğimiz bir vakitte bize geldin” şeklinde tercüme etmiş. Merhum Hamdi Yazır; “Belli bir çağa (peygamberlik görevini yüklenecek yaşa) geldin” şeklinde anlamış. Bu iki anlamın, çevresinde dolaştığı asıl mana ise “tam vaktinde bize geldin” demektir. Ancak bu vakit önceden belirlenmiş kader anlamında değildir. Hz. Musa’nın nübüvvet için hazır olmuşluk vaktidir. Nitekim Arapçada “Alâ kaderin” deyimi, birşeyin tam ihtiyaç duyulan zamanda yapıldığını ifade için kullanılır. Ayette de, tam nübüvvet zamanında geldin demek olur.[57] Sözün; “Medyen halkı arasında yıllarca kaldın. Sonra -alâ kaderin- geldin ey Mûsâ! Seni kendim için yetiştirdim” şeklindeki siyâkı da bu manayı teyit etmektedir. Bu durum da, Hz. Musa’nın, nübüvvetten önce Medyen’de kayın pederinden telakkî etmiş olduğu ilahi yasaları akla getirmektedir. Mukaddes vadide Hz. Musa’nın sağında âsâ olarak temessül eden de budur.[58]



Evet, Hz. Musa Mukaddes vadideki olayda, Kardeşi Harun’un “kendisine yardımcı olarak verilmesi" için dua etmişti. Bunun amacı, elbette ona çok ağır bir değnek taşıtmak değildi. Tebliğde muvaffakiyet arzusuydu. Çünkü Hârun daha açık seçik konuşabiliyordu:



“Kardeşim Harûn, lisanca benden fesahatlidir, beni tasdik eder bir muavin olmak üzere maiyyetimde ona da risalet ver.” [59]



Bu bağlamda son olarak dikkat çekmek istediğimiz husus şudur: Hz. Musa, ailesini ısıtmak için, kor, kıvılcım, haber veya rehber peşindedir. Oysa anlatımın hiçbir bölümünde; ailesinin üşüdüğüne, şiddetli soğuğa veya fırtınaya tutulduklarına dair bir işaret yoktur. Kaldı ki o, gittiği yerden soğuktan koruyan bir ateş de getirmemiştir. Aksine, oradan hayati bir haberle dönmüştür. Ehlini, Allah’a ısıtacak olan bir haberdir bu. Nitekim olaydaki ısınma, Arapça testalûn kelimesiyle vurgulanmıştır. Bu kelime, bu olayda Hz. Musa’dan istenen “salât” ile aynı köktendir.[60] Bu da, zikir, salât, Kur’ân ve vahyin kimi zaman birbirinin yerine geçen kelimeler olduğunu bilenler için önemli bir işarettir.



Evet, bunlar, Kur’ân’da üç bölümde beyan edilen hadîs’in, Hz. Yusuf’un bilmesi gibi, ilimde derinleşen ulemanın bilebileceği tevilleridir. Sadece Allah’ın bildiği olayın tevili ise buluşma gününde tahakkuk edecektir.[61]



7- Buluşma Günü

Şimdi Tâhâ Suresine yeniden dönelim. Mukaddes vadide olanların anlatıldığı bölümü 38. ayete kadar görmüştük. Bundan sorası, Firavun’un önünde olup bitenleri anlatmaktadır:



49- (Fir'avn): "Rabbiniz kimdir ey Mûsâ?" dedi. 50- "Rabbimiz, herşeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletendir" dedi. 51- "Peki ya ilk nesillerin hâli ne olacak?" dedi. 52- "Onların bilgisi Rabbimin yanında bir kitaptadır, dedi. Rabbim şaşmaz ve unutmaz." 53- O ki, yeri size beşik yaptı ve onda sizin için yollar açtı, gökten bir su indirdi. Onunla her çeşit bitkiden çiftler çıkardık. 54- Yiyin, hayvanlarınızı da otlatın. Şüphesiz bunda, akıl sahipleri için ibretler vardır. 55- Sizi yerden yarattık, yine oraya döndüreceğiz ve bir kez daha ondan çıkaracağız. 56- Andolsun biz, o Firavun’a âyetlerimizin hepsini gösterdik, yine de yalanladı ve dayattı. 57- Ve: "Sen bizi büyünle yurdumuzdan çıkarasın diye mi geldin ey Mûsâ?" dedi. 58- "Biz de mutlaka sana, o(se)nin (büyün) gibi bir büyü getireceğiz. Sen şimdi seninle bizim aramızda bir buluşma zamanı ve yeri tayin et; ne senin, ne de bizim caymayacağımız uygun bir yer olsun." 59- "Buluşma zamanınız, süs (bayram) günü ve insanların toplandığı kuşluk vakti olsun" dedi. 60- Fir'avn dönüp gitti, hilesini topladı, sonra geldi. 61- Mûsâ, onlara: "Yazık size, dedi, Allah'a yalan uydurmayın, sonra O, bir azâb ile kökünüzü keser, doğrusu iftira eden perişan olmuştur'. " 62- (Fir'avn'in büyücüleri) işlerini kendi aralarında tartıştılar ve gizli konuştular. 63- Dediler ki: "Bunlar iki büyücü, başka bir şey değil. Büyüleriyle sizi yurdunuzdan çıkarmak ve sizin örnek yolunuzu (üstün dininizi) gidermek istiyorlar." 64- "Onun için siz hilenizi toplayın, sonra sıra halinde gelin. Bugün üstün gelen başarmıştır." 65- Dediler ki: "Ey Mûsâ, ya sen ilka et, yahut önce biz ilka edelim." 66- "Hayır, siz ilka edin!" dedi. Bir de ne görsün; büyülerinden ötürü onların ipleri ve sopaları, kendisine, gerçekten koşuyor gibi görünüyor. 67- Bu yüzden Mûsâ, içinde bir korku duydu. 68- Biz: "Korkma, dedik, üstün gelecek sensin, sen!" 69- "Sağındakini ilka et, onların yaptıklarını yutsun. Çünkü onların yaptıkları, bir büyücünün hilesidir. Büyücü de nereye varsa iflah olmaz!" 70- Bunun üzerine büyücüler secdeye kapandılar: "Harun'un ve Musa'nın Rab-bine inandık!" dediler.



8- “Âsâ Bırakmak”

İnkarcı meliklerin mizacı, Tanrının süregelen adetine meydan okumaktır. Nemrud’un “ben de öldürür ve diriltirim” demesi bundandır.[62] Aynı mizaç, bazı inkarcı meliklerde, elçilerden hârikulade şeyler istemek şeklinde açığa çıkmıştır. Bununla alttan alta “Ben yaparım ama sen ve Tanrın yapamazsınız” şeklinde bir delaleti vardır. Firavun da böyle yapmıştır. O, Hz. Musa’dan, altın bilezikleri olmasını yahut meleklerin yanında görünmesini istemiştir.[63] Yani Hz. Musa’dan beklenen, istendiğinde yılana dönüşen bir âsâ getirmesi değildir. Eğer yaratanın, kendi elçilerine, hârikuladelikler ile yardım etme adeti olsaydı, bu yardımın inkarcı meliklerin istediği türden olması herhâlde daha hikmetli olurdu. Ama böyle olmamıştır. Yaradan, âsâ bırakma olayı ile elçisine yardım etmiştir.



Kıssada âsâyı bırakmayı anlamlandıran sözcük l-k-y kök harflerinden oluşur. Türkçedeki telakkî ve mülâkât kelimeleri de aynı köktendir. Bu harfler, bırakmak ve atmak anlamı verse de, ilk anlamı ulaştırmaktır. "İlkâu kelime", sözü ulaştırmak demektir. Nitekim bu kök, Kur'ân üslubunda da daha çok vahyi ulaştırma anlamıyla kullanılmıştır.[64] Eğer âsâ, bir toplumu yönetecek yasaları simgeliyorsa , bu durumda onu ulaştırmak, onu tebliğ etmek olur. Toplum, bu mesajla bütünleştiğinde ise artık âsânın kendisi olacaktır.



Hz. Musa, Mısır’a inecek ve âsâ ile simgelenen vahyi yerine ulaştıracaktır. Özel müşahedede yaşananlar, doğal olarak olduğu gibi kalmayacaktır. Nübüvvet risalete dönüşecek, ve hadîs ete kemiğe bürünecektir. Ne var ki Hz. Musa’nın sadece âsâsı vardır. Oysa Mısırlı büyücülerin hem âsâları hem de ipleri (hibâl) vardır.



9- Uydurmalar

İpler, kimi zaman bağlayan, kimiz aman da kurtaran şey olur. Bu, kabileler arasındaki ahit, eman ve misaka nedenle mecaz olarak ip (habl, hibâl) denmiştir. Kur'ân, gökten insanlara indirilen kurtarıcı yasaya da, toplumsal sözleşme ve ahit için de ip (habl) tabir etmiştir.[65] Bu çağrışımlarla bakıldığında, Mısırlı sihirbazların iplerinin, esir halkı bağlama ve köleleştirme vasıtaları olduğu anlaşılır.



Sihirbazların ipleri ve asaları koşar gibi olunca, Hz. Musa kendi âsâsının hareketinden korktuğu gibi korkar. Fakat, kendisi âsâsını ulaştırınca durum değişir. Çünkü temessülde yılan gördüğü şey burada açık bir ejderha (suban) ya dönüşür. Sonra da onların yaptıklarını yutuverir. Ejderha, kadim kültürde cesaretin ve korkusuzluğun sembolüdür. Yaptıkları şeyler de uydurma, yani ifktir.[66] Kur’ân dilinde bunun iftiradan farkı, hakikatin çarpıtılması şeklinde gerçekleşmesidir. Bu da görsel bir öğenin değil sözün niteliğidir. Nitekim Hz. Musa onlara apaçık âyetleri getirince tam olarak şöyle demişlerdir:



"Bu, olsa olsa uydurulmuş bir sihirdir. Biz önceki atalarımızdan böylesini işitmemiştik".”[67]



Uydurma, sihir ve işitmek… Asıl sihrin, sözle yapıldığı bilinen bir husustur. Bazı sözlerin kendileri sihirdir. Sihirbaz, borçlu olduğu hâlde, büyülü konuşmasıyla kendisini alacaklı gösteren kimsedir. Firavun'un adamları, kendilerine elçi olarak gelen iki kardeşe sihirbaz demişlerdir. Onların temel görevi tebliğ, temel özellikleri ise fasih konuşmalarıdır. Zaten mağlup olan sihirbazlar, o ikisinin kendilerine illüzyon gösterdiğini değil de, tevhidi ilettiklerini açıkça dile getirmişlerdir. Sihirbazlar, işin sonunda bunun, kendilerinin çok iyi bildikleri gözbağcılık olduğunu değil aksine bürhân olduğunu, “Biz Musa ve Harun'un Rabbi’ne inandık” diyerek ifâde etmişlerdir.



Evet, Kur’ân, Hz. Musa’nın âsâsının hareketlenmesine, doğal olarak sihir demediği gibi, kelamcıların kullandığı anlamda mucize de dememiştir. Hârikulâde anlamında acîb şey olarak da nitelememiştir. Tabii olaylar, akli bürhanlar ve basiretler gibi “ayet” demiştir. Âsâ’nın işleri ile beyaz el olayını, iki bürhân diye nitelemiştir:



“İşte bu ikisi sana iki bürhân, Rabbından Fir'avun’a ve cemiyetine. Çünkü onlar fasık bir kavm oldular.”[68]



Kısaca, temsil diliyle söylenecek olursa: Esir bir toplum, Peygamber değneği ile "Su'bân"a dönüşmüştür. Kendilerine telkin edilen büyülü sözleri reddederek, kölelik bağlarını içlerinden koparıp özgür duruma gelmişlerdir. Bundan sonraki safha ise beyaz el temessülünün tahakkukudur.



10-Beyaz El

Müfessirler, öncekilerde olduğu gibi, bu olayda da nasıl sorularına cevap aramışlardır. Oysa asıl cevap bekleyen niçin merkezli bir sorudur: Âsâ ejderha olduktan ve sihirbazların bütün uydurmalarını yuttuktan sonra elin beyazlaşması acaba hangi amaca matuftur? Hangi ihtiyaç bu ikinci ayete zemin oluşturmuştur?



El, güç ve kuvvettir. Halk katında eli olan, kıymeti olandır. Birisinin elini koynuna sokması; kuvvet, kıymet ve mevkiini gizlemesi anlamına gelir. Daha işin başında Hz. Musa’nın, tebliğini yumuşak sözle yapması için uyarıldığı[69] hatırlanırsa, elin koyna sokulmasının da özgürleştirme aşamalarında kazanımların gizlenmesi manasına geldiği anlaşılır.



Ellerini üst üste koyanlar bir işte ittifak etmiş olurlar. "Ellerim senin" diyen kimse, bu sözüyle kendisini teslim etmiş olur. Sonra elini çekerse onun memluku olmaktan çıkar. Nitekim “El çıkarma” olayı Mukaddes vadideki temessülde gerçekleşmemiştir. Oradaki üslup da burada ete kemiğe bürününce değişmiştir:



“Ve elini sıyırdı, birden o, bakanlara beyaz.”[70]

Kur’ân, vahiy sahnesindeki kusursuz (min gayri sû’) ifadesini, burada bakanlara (linnâzırîn) şeklinde değiştiriyor. Orada kullanılan çıkardı (ahrece) fiilini de, burada kılıç gibi çekti, sıyırdı (neze'a) anlamındaki kelimeyle değiştiriyor. Bundan sonra Hz. Musa’nın eli artık hep beyazdır. Fiziksel olarak değil, bakanlar için beyazdır. Beyaz, hakikatte siyahın ama mecazda karanlığın karşıtıdır. Beyaz, din dilinde aydınlanma simgesidir. İnananların yüzleri ahirette beyaz olacaktır. Peygamber’in yolu da “Gecesi bile gündüz gibi olan aydınlık (el-beyza) bir yoldur.[71]



Bütün bunların temsildeki karşılığı ise şudur: Hz. Musa, başlangıçta yumuşak bir üslup kullanmıştır. Kavmin ruhunda meydana gelen inkılâp sırasında, toplumsal bir fesada öncülük etmemiş ve beklemiştir. Toplum bir ejderha gibi hareketlendiğinde ise, elini Firavun’un ahdinden sıyırmış ve çıkışı başlatmıştır. Artık İsrailoğullarının rehberi, Hz. Musa’nın özgürlüğü simgeleyen beyaz elidir.



Sonuç

“İbrahim’in misafirleri” olayı da, “Musa olayı” da Mekkî surelerde yer almıştır. Bunlarla inkarcılara anlatılanlar, olayların mahiyeti ve oluş keyfiyeti değildir. Meleklerin mahiyeti, onların temessül keyfiyeti, ilahi kelamın bir ağaçta nasıl yaratıldığı da değildir. Kur’ân, anlatımı zorlaştırarak kalan boşluk, kapalılık ve zorlukları müfessirlere havale ediyor da değildir. Kurumuş ağacın canlandırılma keyfiyetiyle, gelecek asırlardaki tüketim bilimlerine işaret ediyor da değildir. Bunları arayan zihinler, sonunda Hz. Musa ile Firavun arasındaki hak batıl mücadelesini unutmaya düçar olacaklardır.



Fakat bunlar üzerinden Mekke’deki zulüm düzeninin yıkılacağını haber vermektir. Bu haberin üslubu ve muhtevası, aynı zamanda Hz. Muhammed’in nübüvvetidir. Ne var ki tefsir faaliyetleri, bu ve benzeri haber, kıssa ve olayların niçin anlatıldığını unutturmuştur.



Kur’ân, toplumsal kader ilkesini konu edinerek Hz. İbrahim’in ve Hz. Musa’nın peygamberlik haberleri üzerinden muhataplarına mesaj vermektedir. O mesaj da şudur: cinsellikte müsrif, kullukta mücrim, toplumsal olaylarda fâsık ve zâlim kavimler helak edilir. Buna mukabil iman ve salah üzere bulunan aileler de bereketlenir ve özgürleşir. Hicret öncesi Mekke’sine duyurulan da işte budur. Onlara zımnen, “Helak, bereket ve hicret tarihi tekerrür edecek” denmektedir. Nitekim sünnetullah gereği; hicret gerçekleşmiş, müsrif ve mücrim Mekke yönetimi aynı akıbetle dağılmış ve iman ailesi de büyüyerek bereketlenmiştir.



Eğer ibret alınmazsa tarih yine tekerrür edecektir.

Doğrusunu Allah bilir.

02 Ekim 2011, Kartal